Vesaire Vesaire 11 Nisan 2008’de sinemalarda

VESAİRE VESAİRE

11 Nisan 2008’de sinemalarda…

Dağıtım: Warner Bros.

"Vesaire Vesaire"...

Hayat Vesaire’lerden İbarettir

2005 yılında Kadir İnanır ve Fatma Girik'in rol aldığı “Sinema Bir Mucizedir” filminin ardından “Azap Yolu”, “Pertev Bey'in Üç Kızı” gibi dizilere imza atan yönetmen Tunç Başaran, "Vesaire Vesaire" ile yeniden beyazperdede...

Senaryosunu Roksan Lülü ve Orhan Lülü'nün yazdığı yapımcı ve yönetmenliğini ise Tunç Başaran'ın üstlendiği filmin çekimleri Marmaris, İçmeler ve Armutalan'da gerçekleştirildi.

Başrollerini Rutkay Aziz, Roksan Lülü, Aliye Uzunatağan, Taner Barlas, Eser Ali ve konuk oyuncu Bülent Kayabaş'ın oynadığı filmde bir yazarın hayatı ve çevresinde gelişen olaylar konu ediliyor.

Ege ve Akdeniz'in buluşma noktası Marmaris'te çekilen film, Marmaris Belediye Başkanı Ali Acar ve Marmaris Belediyesi’nin sponsorluğunda, İçmeler ve Armutalan Belediyeleri’nin katkılarıyla gerçekleştirildi.

Mimar Sinan Üniversitesi'nde Tunç Başaran'ın öğrencisi olan Roksan Lülü'nün okul için çektiği kısa filmden yola çıkılarak hayata geçirilen “Vesaire Vesaire”, hayatın aslında vesairelerle biraraya gelmesini ele alıyor.

Özet

Sağlığı bozulan ünlü yazar Arda Başar içinde bulunduğu koşullardan sıkılıp bir anda yaşadığı şehri değiştirme kararı alır. Nereye gideceği konusunda hiçbir fikri olmadan eşyalarını toplar ve kendisini güney sahillerimizden Marmaris’te bulur…

Bu küçük sahil kasabasında tesadüf sonucu peşpeşe tanıştığı sevimli bir köpek, genç bir kız ve bilge bir ayyaş, Arda’nın hayatının akışını beklenmedik bir şekilde değiştirirler. Kahramanımıza ise bu yeni hayatına şaşkınlık içinde ayak uydurmak düşerken, Arda’nın bu değişimine gizlice şahit olan sevimli komşusu Rıfkı’nın da hayatı en az onun kadar renklenmiştir.

Film Künyesi

Yapımcı Tunç Başaran
Yönetmen Tunç Başaran
Görüntü Yönetmeni Alper Derli
Kostüm Sorumlusu Melek Seven, Seda Sualp
Oyuncular Rutkay Aziz, Roksan Lülü, Aliye Uzunatağan, Taner Barlas, Eser Ali, Bülent Kayabaş, Zeliha Sunal, Özgür Bolkan, Cengiz Sezici, Zuhal Krom

In The Valley of Elah - Elah Vadisi Nedir?

Filmin çekimlerine 4 Aralık 2006 tarihinde New Mexico eyaletine bağlı Albuquerque’de başlandı. Kentin 28 farklı bölgesinde çalışan ekiplerin çekim yaptığı yerler arasında New Mexico Eyalet Fuarı, VA Hastanesi, çeşitli bar ve striptiz kulüpleri, eski mahkeme salonu ve günümüzde kullanılmayan Sosyal Güvenlik binası vardı. Daha sonra Tennesse’ye bağlı Memphis yakınlarında küçük bir kasaba olan Whiteville’e geçen prodüksiyon ekipleri, Deerfield ailesinin yaşadığı küçük kasabadaki evle ilgili çekimleri yaptılar. Tennesse’deki dört günden sonra Irak Savaşı ile ilgili flashback sahnelerinin çekimi için Fas’a gidildi. Filmin çekimleri orada tamamlandı.
Daha önce “Crash”te Haggis ile çalışmış olan prodüksiyon tasarımcısı Laurence Bennett, filmin tasarımlarında uyguladığı yöntemi şu sözlerle açıklıyor:

“Tasarım konusunda ipuçlarımı Hank karakterinden aldım. Bu film için ortaya koyduğum tasarımların kaynağını Hank’in yolculuğundan aldığımı söyleyebilirim. Kendisi için her şeyin tanıdık olduğu Tennesse eyaletindeki güvenli ve emin bir yerden gelir. Oğlunun kayboluşundan sonra o dünyadan çıkarak eski dünyasına geri döner. Ancak orada hiçbir şey hatırladığı gibi değildir. Dünyanın hiç anlayamadığı şekilde değiştiğinin farkına varmıştır ve bu durumdan hiç hoşlanmaz.”

Bennett’in filmin baş karakteri Hank ile ilgili gözlemi ise şöyle: “O son derece sessiz ve sakin bir insandır. Böyle bir insanın oğlunu ararken striptiz kulüplerinde, barlarda ve daha önce hiç gitmediği değişik ortamlarda dolaşmaya başlamasıyla ilginç bir tezat oluştuğunu görürüz.”
Filmin tasarımlarının daha ilerideki göstergelerini belirlerken yine öyküden yola çıktığını ifade eden Bennett sözlerine şöyle devam ediyor:

“Filmin öyküsünün aynı anda birkaç düzeyde birden işlediğini düşünüyorum. Bir gizem filmidir. Bir babayla oğlu üzerine bir filmdir. Söylenenler ve söylenmeyenler üzerine bir filmdir. Ancak bunların hepsi inanılmaz klasik bir yapılandırma içinde gelişir. Bu da beni tasarımlarda klasisizme yönlendirdi. Hiçbir detayın çok fazla öne çıkmamasına, Hank’in öyküsünün akışının önüne geçmemesine özen gösterdim.”

Bir önceki çalışması “Crash”i değerlendirirken, “O filmim istikrarsızlık ve dostluk bağları üzerine bir filmdi” diyen Paul Haggis, “In the Valley of Elah”ta farklı bir yöntem izlediğini belirterek, “Burada saf bir Amerikan öyküsü vardır. Bu nedenle filmimi çok klasik Amerikan tarzı çekmeye karar verdim” diyor.

Paul Haggis, sözünü ettiği amacına ulaşmak için filmin görüntü yönetmenliğini Roger Deakins’e verdi. Yapımcı Becsey’in, Deakins’in çalışmasıyla ilgili yorumu şöyle: “Deakins’in gözleri büyüyü görür. Paul ile beraber büyüyü yaratmasını bildiler.”

Eve Giden Uzun Yol: Elah Vadisi Nedir?

Filme adını veren “Elah Vadisi”, İncil’de adı geçen İsrail’de bir bölgedir. 1. Samuel’in 17. ayetinde bahsedilen bu bölgede bundan 3000 yıl önce Davut ile Golyath arasındaki savaş meydana gelmiştir. Günümüzde burası Elah Kavşağı yakınlarında 38. Cadde ile 375. Caddenin kesiştiği noktada az bilinen bir turistik cazibe merkezidir. İmkansıza karşı verilen savaşı simgeler. Ayrıca imkansıza karşı verilen savaşa katıldıktan sonra eve dönüşte başta kısaca PTSD olarak bilinen post travmatik stres düzensizliği ve stresle bağlantılı diğer rahatsızlıklarla yüz yüze kalınmasını ifade eder.

Yönetmen / senaryo yazarı Paul Haggis’in “In the Valley of Elah” ile ilgili son sözleri şöyle: “Filmin isminin tuhaflığını seviyorum. Çünkü anlatılan konuyu sıkı sıkı sarmalayan bir yapısı var. İncil’e göre, Golyath adlı devi yenmesi için Davut’u Elah Vadisine gönderen Kral Saul, onun eline sadece beş tane taş vermişti. Düşünebiliyor musunuz, koskoca bir devi yenmesi için sadece beş tane taş… Kendime hep şunu sordum: Davut’u oraya kim yolladı? Devle dövüşmesi için genç bir adamı oraya gönderen kimdi? Irak’a savaşmaları için genç adamları ve kadınları bizler yolluyoruz. Onların başına gelen her şeyde bizlerin de sorumluluğu vardır. İşte bu film, bu sorumluluğun altını çizer.”

In The Valley of Elah Şok ve Şaşkınlık

Paul Haggis’in bir önceki yönetmenlik macerası “Crash”in oldukça uzun bir prova süreci lüksü vardı. “In the Valley of Elah”ta ise herşeyin çok hızlı gelişmesi nedeniyle aktörlerle prova yapacak zaman kalmadı. Filmin setlerinde daha çok spontane / doğaçlama bir atmosfer hakim olurken aktörler ve yönetmen açısından uyarıcı ve canlandırıcı bir çalışma ortamı meydana geldi. Ayrıca projenin hayata geçirildiği süreç hissedilen dostluk ve arkadaşlık ortamının gelişmesine katkı sağladı.

“Aktörlerin getirdiği katkıyı görmek hoşuma gitti. Bu durum beni daha çok tahrik etti. Eğer sadece kağıt üzerinde yazdıklarımı görseydim kesinlikle hayal kırıklığına uğrardım” diyor Haggis…

Charlize Theron’un setteki kreatif süreç ve oyuncuların yönetmenle geliştirdiği çalışma ilişkileriyle ilgili yorumu ise şöyle: “Her şey son derece organik biçimde gelişti. Haggis bizim elimize sıradan bir senaryo vermemişti. Yazım tarzı son derece zorlayıcıydı. Çekimler sırasında sürekli çıtayı yükseltiyor, oyunculardan daha fazlasını istiyordu. Doğrusu bundan daha iyi bir çalışma ortamı bekleyemezdim.”

“Müfreze arkadaşlarını” canlandıran genç aktörler de, yönetmenlerinin her aşamada açık ve destekleyici olmasının ödülünü fazlasıyla gördüler.

Mehcad Brooks’un, Haggis’in yönetim stiliyle ilgili gözlemi şöyle: “Son derece açık ve net bir yönetmendi. Kendisinin emrinde değil de, beraber/ortak çalışma hissini sürekli olarak bize tattırması hepimiz için büyük bir keyif oldu.”

“Pratik yönleri fazlaydı. Ne istediğini ve neyin iyi olduğunu tam olarak biliyordu” diyor McLaughlin…

Wes Chatham’ın yorumu ise şöyle: “Ne istediğini bildiği gibi belirli bir sahne için nelere ihtiyaç olduğunu, neyin nasıl yapılması gerektiğini daima biliyordu. Herşeyin yolunda gitmesinin nasıl sağlanacağını bildiği için de ona güvenmemek elde değildi.”

Victor Wolf ise Haggins’in yönetmenlik stiliyle ilgili olarak şu yorumu yapıyor: “Bence o, insani tepkileri yakalamakta son derece iyi bir yönetmendir. En iğrenç koşullar altında bile hümanizmi bulmak, hiç zorlanmadan açığa çıkartmakta üstüne yoktur.”

Charlize Theron’un Haggis ile ilgili gözlemi şöyle: “Yazdığı şeyleri hayata geçirebileceğine inandığı uygun kişileri bir araya toplayarak gerçekten inanılmaz bir iş yaptı.”

Bu süreç aktörler arasında olağanüstü uyum sağlarken setteki herkes için keyifli bir çalışma deneyimi oluşturdu. Deneyimli aktörler ile gençler sette kendilerini evlerinde gibi hissettiler. Bu arada Tommy Lee Jones gibi efsanevi bir aktörle aynı film karesinde yer almanın keyifli şaşkınlığını yaşadılar.

Charlize Theron filmdeki rol arkadaşıyla ilgili olarak, “Bence Tommy mutlaka hesaba katılması gereken büyük bir güçtür. Bir aktör olarak inanılmaz yeteneklidir. Ona karşı oynarken sağlam durmam gerektiğini biliyordum. Bu arada kendi oyun tarzımı da getirmeliydim. Karşımdaki aktörün buna izin vermesi çok hoşuma gider. Tommy Lee Jones’a karşı olağanüstü saygı besliyorum.”

Tommy Lee Jones ise Charlize Theron ile yaşadığı çalışma deneyimini tek kelimeyle “harika” sözüyle ifade ederek, “Bence o son derece esprili, sevimli bir insan ve aynı zamanda iyi bir dost ve mükemmel bir oyuncudur. Onunla beraber çalışmaktan mutlu oldum” diyor.

Mehcad Brooks’un Charlize Theron’la ilgili yorumu da şöyle: “Onu seyrederken çok şeyler öğrendim. Senaryoyu adeta bir müzik parçası gibi kullanıyor, sanki jazz çalar gibi oynuyordu.”

In The Valley of Elah Oyuncu Kadrosu Kuruluyor

Haggis’in senaryoyu tamamlaması bir buçuk yıl sürdü ama kadro kurma sürecine hemen başlandı. Polis dedektifi Emily Sanders rolü için en baştan beri Charlize Theron’u düşündüğünü belirten Paul Haggis, bu tercihinin sebebini şu sözlerle açıklıyor:

“Charlize ile daha önceden tanışıyordum. Ne zaman karşılaşsak ona bu öyküden bahsederdim. Yakından ilgilendiğini söylüyordu. Sonunda onu arayıp senaryoyu okumaya hazır mısın diye sordum. Bunu sorduğumda Perşembe sabahıydı. Aynı gece okuyup Cuma sabahı beni arayarak evet cevabını verdi.”

Paul Haggis, Hank Deerfield rolünü neden Tommy Lee Jones’a verdiğini ise şu sözlerle açıklıyor: “Gerçek Amerikan ikonu diyebileceğimiz çok az aktör vardır. Tommy onlardan birisidir. Bence günümüzün en iyi aktörlerden birisidir. O da projeyle yakından ilgilendi. Senaryoyu hafta sonunda okuyup pazartesi beni aradı ve filmimde oynamak istediğini söyledi.”

Paul Haggins’in çalışmalarının büyük hayranı olduğunu söyleyen Charlize Theron, “Bence o en değerli senaryo yazarlarından biridir” diyor ve şöyle devam ediyor: “Kendisiyle ilk kez ‘North Country’deki rolümle ödüle aday gösterildiğimde tanışmıştım. O da ‘Crash’ adlı çalışmasıyla adaydı. Ne zaman oturup konuşsak hep bu projesinden bahsediyorduk. Onunla beraber çalışma fırsatı çıksa ne kadar harika olacağını düşünürdüm ama böyle bir rolü bana teklif edeceği hiç aklıma gelmemişti.”

Charlize Theron filmde üstlendiği polis dedektifi Emily Sanders karakterini şu sözlerle tanımlıyor: “Emily küçük kasaba dedektifidir. Özel yaşamında ise oğluna iyi bir gelecek sağlama mücadelesi veren bir bekar annedir. İşinde en iyi olmak, oğluna iyi bakmak, ona güzel ve iyi bir gelecek sunmak/hazırlamak ister. Güçlü bir karakter yapısı vardır. Kendi ayaklarının üzerinde durmaya çalışır. İşinde karşılaştığı zorluklara rağmen yılmadan çalışır. Bence o asla bir süper-kadın değildir. Sadece normal bir insandır.”

Charlize Theron sözlerine şöyle devam ediyor: “Paul’ün bu karakteri bazı kusur ve eksikleri olan bir karakter olarak yazması hoşuma gitti. Emily her zaman doğru kararlar veren bir kadın değildir. Günleri rutin şekilde devam ederken ilgilenmeye başladığı kaybolan genç asker davası onda derin etkiler yapar. Daha önce bu çapta bir davayla hiç ilgilenmemiştir. Davaya coşkuyla sarıldığında iş hayatı çok fazla ön plana çıkacak ve özel hayatını tahmin ettiğinden çok daha büyük boyutta olumsuz yönde etkilemeye başlayacaktır. Paul’ün yazdığı senaryoda benim karakterimin bu durumu çok hoşuma gitti.”

Davanın sonucu olarak Emily Sanders artık işini daha farklı bir açıdan görmeye başlamıştır. Bu davayla beraber hayatına giren insanlar da onda çeşitli izler bırakırlar. Bunların başında kayıp askerin babası Hank gelmektedir. Charlize Theron oynadığı karakterle Hank arasındaki ilişkiyi şöyle yorumluyor:

“Hank ile Sanders arasında sıradışı özellikler taşıyan güzel bir ilişki oluşur. Böyle bir ilişkiyi daha önce hiç deneyimlememiştim. Onlar birbiriyle sımsıkı kenetlenmiş iki insandır. Tek amaçları Hank’in oğluna ne olduğunu bulmaktır. Kayıp asker olayını aydınlatmaktır. Hank daima bir adım önde gibidir. Emily bu duruma kızar ama oyunun liderliğini almak için daha çok çaba göstermek zorunda kalır.”

Tommy Lee Jones ise portresini çizdiği Hank karakterinin Emily Sanders’a verdiği tepkiyi şu sözlerle değerlendiriyor: “Hank rekabetçi ruha sahip ve kolay kızan birisidir. Emily’nin aldığı görevi başarmasını ister. Aynı zamanda da Emily’nin şefkatli ve anlayışlı yapısından etkilenir.” Filmin önemli karakterlerinden bir diğeri de Hank Deerfield’in karısı Joan rolüydü. İlk tercihi olan Susan Sarandon’a senaryoyu gönderdikten sonra cevabı beklemeye başlayan Paul Haggis, “Olumlu cevap geleceğinden fazla umudum yoktu ama denemezsen sonucu bilemezsin felsefesinden hareketle yolladım. Bir süre sonra beni arayarak, ‘Bu karakterde ilginç bir şey bulamadım’ şeklinde cevap verince ilk etapta moralim bozuldu. Ancak haklı olduğu sonucuna vardım. Senaryoyu bir kez de Joan karakterinin bakış açısından gözden geçirince bazı değişiklikler yapmaya karar verdim. Ardından tekrar Susan Sarandon’a yolladım. Yeni sayfaları okuduğunda bu kez olumlu cevap verdi. Sözleşmeyi imzaladığı gün hayatımın en güzel günüydü diyebilirim.”

Filmin öyküsü büyük oranda sivillerin bakış açısından anlatılır ama dramanın arka planında silahlı kuvvetler vardır. Dolayısıyla karakterlerin bir kısmı da ordu mensubudur. Özellikle de kayıp askerle aynı birlikte görev yapan dört genç asker ön plana çıkar. Bunlar sırasıyla özel uzman Ennis Long, özel uzman Gordon Bonner, onbaşı Steve Penning ve er Robert Ortiez’dir.

Bu dört rolden Bonner ve Penning rolleri, orduda hizmet vermiş genç insanlara verildi. Özel uzman Gordon Bonner rolünde oynayan genç Irak gazisi Jake McLaughlin hayatının ilk oyunculuk sınavını verdi. Yönetmen Haggis’e göre, daha önce hiç oyunculuk deneyimi olmadığı halde aktör yeteneklerine sahip olduğu için sınavı başarıyla geçti.

Gerçek yaşamda edindiği savaş alanı deneyimi sayesinde deneyimli aktörlerle beraber kamera karşısına geçme şansı bulduğunu söyleyen Jake McLaughlin, bu durumun kendisine sağladığı avantajları şu sözlerle dile getiriyor:

“Aktörlerin birçoğunun oynadığı karakterle ilgili bir arka plan öyküsü yaratması gerekiyordu. Bu benim için çok kolaydı, çünkü zaten savaş alanından geliyordum. Aslında orijinal öyküde bahsedilen askerle aynı dönemde Irak’taydım ve aynı tümende görev yaptım. Onlar 1. tugaydaydı, ben ise 2. tugayda…”

Portresini McLaughlin’in çizdiği Bonner karakteri, Mike’in müfreze arkadaşı ve oda arkadaşıdır. Bu durumun ikisi arasındaki ilişkiye yeni bir boyut eklediğini ifade eden McLaughlin, “Olup bitenlerle ilgili olarak vicdan azabı çekmektedir. Bu yüzden Mike’ın babasının kendisini daha iyi hissetmesi için kendi payına düşen herşeyi yapmaya hazırdır” diyor.

Filmde oyuncu olarak görev yapan bir başka gerçek asker de, dört yıl boyunca donanmada çalışmış olan Wes Chatham oldu. Onbaşı Penning rolünde kamera karşısına geçen Wes Chatham, “Körfez bölgesinde görev yaptım ama Irak’ta değildim. Gemide olduğum için ortam hayli farklıydı ama portresini çizdiğim karakteri daha iyi anlamama kesinlikle yardımcı olduğunu düşünüyorum” diyor.

Wes Chatham oynadığı karakter için de şu yorumu yapıyor: “Penning gibi gençler genelde asker kökenli ailelerden gelirler. Belli koşullar altında sizin en iyi arkadaşınız ve iyi bir askerdirler. Ama başka belli koşullarda kelimenin tam anlamıyla bir canavar kesilebilirler.”

Özel uzman Ennis Long rolünde, “Glory Road” adlı sinema filminden ve “Desperate Housewives” dizisinden tanıdığımız Mehcad Brooks oynadı. Portresini çizdiği karakterin düşünce yapısını değerlendiren Brooks, “Onu anlayabilmek çok zor. Çünkü bugüne kadar ‘ya öldüreceksin, ya da öleceksin’ ikileminde hiç kalmadım. Böyle bir durumda toplumun normal olarak kabul ettiğini yaparsanız öleceksiniz demektir. Bu nedenle oynadığım karaktere çok sayıda katman eklemem gerekiyordu ki, bir aktör olarak böyle keşiflerde bulunmak son derece heyecan vericiydi” diyor. Er Robert Ortiez rolünde oynayan Victor Wolf ise, oynadığı karakteri “kayıp bir ruh” olarak niteliyor ve şunları söylüyor: “O artık ülkesine dönmüştür. Ancak kendisini hala Irak’ta gibi hissetmektedir. Bir savaşa katılmış, neyin normal neyin anormal olduğu konusundaki perspektifi tamamen değişmiştir. Savaşların bir insanın bakış açısını nasıl değiştirdiğini görmenin heyecan verici olduğunu düşünüyorum.”

Victor Wolf’un filmin konusuyla ilgili yorumu ise şöyle: “Bu filmde sadece ülkesine dönen askerlerin içinden geçtiği korkutucu süreç anlatılmaz. Aynı zamanda bu askerlerin anne-babasının ve ailelerinin yaşadığı zor günler anlatılır. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Savaşın onlar için asla bitmediğini görürsünüz. Bu insanlara bir şekilde Tanrı’nın gücü verildi. Gerektiğinde can alma yetkisi/izni verildi. Oynadığım karakterin en çok bu yönü beni büyüledi.”

Kadroyu oluşturan Haggis, dört genç adamla oturup onlara sürekli bir arada zaman geçirme talimatı verdi. “Her dakikayı beraber geçirmeye başladık. Böylece birbirimizin iyi ve kötü yanlarını öğrendik. Kimi zaman birbirimizi sinirlendirip zayıf noktalarını anladık. Ancak şurası bir gerçek ki, sürekli bir arada takılınca sanki savaşta da beraber olmuşuz gibi hissettik” diyor Victor Wolf…

Mehcad Brooks’un bu konudaki izlenimleri şöyle: “Haggis bize hep birlikte içmemizi, birbirimizi sevmemizi, birbirimizden nefret etmemizi, gerekirse kavga etmemizi, inişleri çıkışlarıyla gerçek arkadaş olmamızı söyledi. Biz de onun isteğini yerine getirdik. Çekimler başladığında beraber çalışırken hiç gerginlik yaşamadık. Çünkü hepimiz birbirimizi çok iyi tanıyorduk.”

Wes Chatham ise daha önceki deneyiminden yola çıkarak şunları söylüyor: “Askerlik yapan herkes iyi bilir. Orduda kendinize mutlaka bir arkadaş grubu bulursunuz. Sürekli beraber olduğunuz, herşeyi beraber yaptığınız için arkadaşlığın da ilerisine geçip aile gibi olursunuz. Aramızda sağlam bir kimyasal çekim oluşabilmesi için bu çok önemliydi. Sanırım Paul de bunun önemini kavradı.”

“In The Valley of Elah”ın diğer yardımcı rollerinde yeni ve genç aktörler ile tanıdık simalar kamera karşısına geçti. Ortadan kaybolmasıyla olayların fitilini ateşleyen, filmin bazı sahnelerinde “flashback / geri dönüşler” ile gördüğümüz genç asker Mike Deerfield rolünde Jonathan Tucker oynadı. Genç askerin ortadan kaybolduğunu rapor eden, sonra da kanıtlara ulaşmayı kontrolleri altına almaya çalışan Teğmen Kirklander ve Çavuş Carnelli rollerinde sırasıyla Jason Patric ve James Franco oynadılar. Ortalık ısınmaya başlayınca davayı yeniden silahlı kuvvetlere havale etmeye çalışan polis şefi Buchwald rolünde Josh Brolin kamera karşısına geçti. Mike’ı ortadan kayboluşundan önce en son görenlerden birisi olan garson kadın Evie rolünde ise Frances Fisher oynadı.

In The Valley of Elah Filmin Konusu

Irak’ta görev yapmakta olan asker Mike Deerfield (Jonathan Tucker), ülkesine dönüşündeki ilk hafta sonunda gizemli şekilde kaybolur. Eski bir silahlı kuvvetler mensubu olan babası Hank Deerfield (Tommy Lee Jones) ile annesi Joan (Susan Sarandon) oğullarını aramaya başlarlar. Mike’ın son görüldüğü yerde polis dedektifi olan Emily Sanders (Charlize Theron) onlara gönülsüzce yardımcı olur.

Eldeki kanıtlar çoğaldıkça genç askerin bir cinayete kurban gittiği ortaya çıkmaya başlar. Emily ve Hank soruşturmanın kontrolünü ellerinde tutmaya çalışırken yüksek rütbeli subaylara karşı mücadele vermek zorunda kalırlar. Ancak Mike’ın Irak’ta geçirdiği dönemle ilgili gerçeklerin su yüzüne çıkmaya başlamasıyla Hank’in tüm dünyası allak bullak olacak; oğlunun ortadan kayboluşunun ardındaki gizemi çözmek için o güne kadar sıkı sıkı sarıldığı tüm inançlarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalacaktır.

Prodüksiyon Notları

Yazar / yönetmen Paul Haggis, Oscar ödüllü çalışması “Crash”in ardından gelecek yeni projesi için materyal sıkıntısı çekmiyordu. Ancak sıradan/parıltısız bir projeyle yola devam ederek işin kolayına kaçmaya niyeti yoktu. Ajansıyla yaptığı toplantılarda hep, “Bugüne kadar bildiğiniz hiçbir şeyi asla tekrarlamayacağım ve yapmayacağım” diyordu. Bir süre sonra eline Playboy dergisinde yayınlanan Mark Boal imzalı “Death and Dishonor – Ölüm ve Onursuzluk” adlı yazı geçince son derece trajik bir öykü bulduğunu düşündü. Yeni projesi için aradığı konuyu sonunda bulmuştu.

Haggis ile yıllardır beraber çalışan yapımcı Laurence Becsey, “Uzun zamandır bu tipte bir materyal/ malzeme arıyorduk” diyor ve şöyle devam ediyor: “Paul bu konuya hemen ilgi duydu.

Güçlü bir öyküydü. Dergideki yazıyı okuyunca herkesin kolayca yakınlık duyacağı/ empati kuracağı konuları irdelemek için uygun bir platform oluşturduğunu fark ediyorsunuz. Adaleti sağlamak için atılması gereken doğru adım nedir? Kendimize özen göstermek için neler yapmalıyız? Ailesine özen göstermek için herkesin neler yapması gerekir?”

Boal’ın yazdığı makalede Irak’tan yeni dönen genç bir askerin yeni görev yeri olan Ft. Benning askeri üssünde öldürülmesi olayı detaylandırılır. Ortadan kayboluşundan sonra babasının başlattığı araştırma süreci ve cinayetle suçlanan üç müfreze arkadaşı için tehlike çanlarının çalmaya başlaması anlatılır.

Projesini hayata geçirecek stüdyo aramaya başlayan Haggis, geçtiğimiz yıllarda senaryosunu yazdığı “Million Dollar Baby”, “Flags of Our Fathers” ve “Letters From Iwo Jima”nın yapımcı / yönetmeni Clint Eastwood’un yardımına başvurdu. Clint Eastwood projeyi Warner Bros.’a götürdü.

“Clint bu projeyi sonuna kadar destekledi ve omuzladı. Onu gerçekten takdir ediyorum. 2003 yılında bu hiç kimsenin duymak bile istemediği bir öyküydü. Onun desteği olmasaydı yapmak çok zor olurdu.Belki de proje beyazperdeye yansıyamazdı.” diyor Haggis ve şöyle devam ediyor:

“Konuyu araştırdıkça elimdeki öykü genişledi. Sonunda bir başka gerçek öykü olan Hank’in gerçeği bulmak için gösterdiği çabayla birleştirdim. Savaşı ister destekleyelim, ister karşı olalım, sonuçta oraya gönderdiğimiz cesur insanların başına neler geldiğiyle yüzleşmek zorundayız. Müthiş kararlar vermek zorunda kalan iyi insanların öyküsünü anlatmak istedim.”

Haggis’in yazdığı ve çok geniş boyutları olan gizemli bir cinayeti anlattığı öykü, tüm dikkatlerin üniformalı erkek ve kadınlara odaklandığı bir dönemde gündeme geldi. Bu öyküde, ortadan gizemli bir şekilde kaybolan genç bir savaş gazisinin; babası Hank Deerfield’in; annesi Joan’ın ve kayıp oğlunu bulması için Hank ile güçbirliğine giden mücadeleci ruhlu bir bekar anne olan polis dedektifi Emily Sanders’in iç içe geçmiş yaşam öyküleri anlatıldı.

Hank Deerfield rolünde oynayan Oscar ödüllü aktör Tommy Lee Jones, filmde anlatılan konuyla ilgili şu yorumu yapıyor: “Savaşın insanlara neler yapabileceğini ele alan bir öykü olduğunu söylemek gerekir. Ayrıca aptalca ve kör edici vatanseverliğin çok tehlikeli olduğuna işaret ettiğini düşünüyorum.”

Polis dedektifi Emily Sanders’in portresini çizen Oscar ödüllü oyuncu Charlize Theron’un yorumu ise şöyle: “Savaş konusunda neler hissettiğimizin ve politik açıdan duruşumuzun nasıl olduğunun hiç önemi yok. Burada inkar edemeyeceğimiz tek şey, savaşa gönderdiğimiz erkeklerimizle kadınlarımızın orada büyük bir travma yaşamakta olduğudur. Anavatana geri dönüşlerinde onlardan normal insan işlevleri/davranışları beklemek bence çok fazla şey istemek olur. Bu acı bir gerçektir ama bu konuda şimdiye kadar hiç dürüst olmadık. Hep iki yüzlü davrandık.”

Yapımcı Becsey ise şu yorumu getiriyor: “Savaş alanının etkisi iki farklı boyutta ortaya çıkar. Konuya fiziksel etkiler açısından bakarsak, savaş alanındaki çarpışmaların etkisinden söz edebiliriz. Ancak diğer yandan duygusal mücadele de sürmektedir. Fiziksel kurbanları anlayabiliyoruz, ama aslında savaşın duygusal ve psikolojik maliyetine hiç hazırlıklı değiliz. Bunu hiç hesaba katmıyoruz.”

“TANRININ VADİSİNDE - IN THE VALLEY OF ELAH”

Savaş çığırtkanlarının duymak istemediği gerçek bir öyküye dayanan bu projenin beyazperdeye yansıması için en büyük çabayı Clint Eastwood harcamıştır. Oscar ödüllü “Crash – Çarpışma”nın yönetmeni ve senaryo yazarı Paul Haggis ile tam yedi ayrı filmle Oscar ödülüne aday gösterilen dünyanın en iyi görüntü yönetmenlerinden Roger Deakins kamera arkasındadır… “In the Valley of Elah”, “Kaçak”daki rolüyle Oscar kazanan Tommy Lee Jones’a üçüncü kez Oscar ödülü adaylığı kazandırmıştır…

“TANRININ VADİSİNDE - IN THE VALLEY OF ELAH”

28 Mart’ta Sinemalarda

Yönetmen: Paul Haggis

Oyuncular: Tommy Lee Jones, Charlize Theron, Susan Sarandon, Jason Patric, James Franco,
Josh Brolin, Frances Fisher, Wes Chatham, Jake McLaughlin, Mehcad Brooks, Jonathan Tucker
Senaryo: Paul Haggis (Mark Boal’ın makalesinden)

Yapımcılar: Laurence Becsey, Darlene Caamano, Paul Haggis, Steve Samuels, Patrick Wachsberger

Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins, Prodüksiyon Tasarımı: Laurence Bennett

Kostüm Tasarımı: Lisa Jensen, Kurgu: Jo Francis, Sanat Yönetmeni: Gregory S. Hooper

Set Dekorasyonu: Linda Lee Sutton, Özgün Müzik: Mark Isham

Summit Entertainment – NALA Films

Irak Savaşında asker olarak görev yapan Mike Deerfield, ülkesine döndükten hemen sonra gizemli bir şekilde ortadan kaybolur. Mike’ın bir savaş gazisi olan babası Hank oğlundan haber alamayınca olayı araştırması için polis dedektifi Emily Sanders ile anlaşır. Oğlunun kayboluşundaki gizemi aydınlatmak için soruşturmaya Mike’ın annesi Joan da katılacaktır.

Gerçek bir öyküden yola çıkan “In the Valley of Elah”, Paul Haggis’in yılın en iyi film dalında Oscar ödülünü kazanan “Crash – Çarpışma”dan sonra yaptığı ilk filmidir. “Crash”in Oscar ödüllü senaryosunu da imza atan Paul Haggis’in son dönem yazdığı senaryolar arasında en iyi senaryo dalında Oscar adaylığı alan “Million Dollar Baby”nin yanısıra “The Last Kiss”, “Flags of Our Fathers”, “Casino Royale” ve “Letters From Iwo Jima”da yer almaktadır.

“In The Valley of Elah”ın yönetmenliğini Paul Haggis üstlendi. Senaryosunu da Haggis’in yazdığı filmin yapımcılığını Laurence Becsey, Patrick Wachsberger, Steven Samuels ve Darlene Caamano Loquet gerçekleştirdi. Başrollerinde Oscar ödüllü Tommy Lee Jones, Oscar ödüllü Charlize Theron, Oscar ödüllü Susan Sarandon, Jason Patric, James Franco, Josh Brolin, Frances Fisher, Jonathan Tucker, Mehcad Brooks, Wes Chatham, Jake McLaughlin ve Victor Wolf kamera karşısına geçtiler.

Filmin kamera arkasındaki kreatif ekibinde ise, Oscar adayı görüntü yönetmeni Roger Deakins (The Man Who Wasn’t There, O Brother Where Art Thou?); prodüksiyon tasarımcısı Laurence Bennett (Crash, Freedom Writers); kostüm tasarımcısı Lisa Jensen (The Sisterhood of the Traveling Pants, The Fabulous Baker Boys) görev yaptılar.

Sex and the City: The Movie Sinema Filmi Hakkında

Sex and the City: The Movie

Yönetmen: Michael Patrick King
Oyuncular: Sarah Jessica Parker, Kim Cattrall, Kristin Davis, Cynthia Nixon, Chris Noth, Jennifer Hudson, David Eigenberg, Evan Handler, Jason Lewis
Senaryo: Michael Patrick King, Candace Bushnell
Yapımcılar: Michael Patrick King, Candace Bushnell, Sarah Jessica Parker
Görüntü Yönetmeni: John Thomas
Kurgu: Michael Berenbaum
Bütçe: 65 milyon $
Gösterim Tarihi: 30 Mayıs 2008
New Line Cinema

Aynı adlı televizyon dizisinden uyarlanan “Sex and the City: The Movie”de birbirleriyle cinsel arzularını, fantezilerini, inanç ve düşüncelerini tartışarak paylaşan New York’lu dört kadının öyküsünü anlatılır. Candace Bushnell’in yazdığı kitaptan uyarlanan dizide ve filmde özellikle bekar kadın olma kavramı başta olmak üzere romantizm ve cinsellik üzerine dürüst tartışma ve yaklaşımlar öne çıkar.

Konusu New York’ta geçen filmin odak noktasında dört kadın karakter vardır. 1990’lı yılların sonlarında toplumda kadın olma konusu ağırlık kazanırken toplumda kadının rolünün değişmesinden dört kadının nasıl etkilendiği üzerinde durulur.

“Sex and the City” adlı televizyon dizisinin esin kaynağı, Candace Bushnell’in aynı adlı kitabıydı. Sözkonusu kitap ise, yazarın New York Observer gazetesindeki köşesinde yazdığı yazıların derlenmesinden oluşmuştu. Bushnell diziyle ilgili olarak verdiği röportajlarda “Sex and the City”in baş karakteri Carrie Bradshaw’ın aslında kendi ikinci kimliği olduğunu; ilk taslaklarda başlangıçta kendi ismini kullandığını; ancak sonradan kendisiyle benzer kariyere (yazarlık) sahip olan Carrie Bradshaw karakterini yarattığını söylemişti.

Dizinin öykü akışında Carrie ve üç kadın arkadaşı üzerine odaklanılır. (Bushnell, Carrie’nin arkadaşlarının kendi özel yaşamındaki arkadaşlarının birleşimi olduğunu söylemişti). Dört kadın cinsel arzularını, fantezilerini, hayatta ve sevgide karşılaştıkları sorunları tartışırlar. Amy Sohn’un yazdığı “Sex and the City: Kiss and Tell” adlı kitabına göre, dizinin yaratıcısı Darren Star’ın hedefi, yetişkinlere yönelik gerçek komediyi cinsellikle harmanlayarak sunan bir dizi yapmaktı.

Karakterlere Bakış

Carrie Bradshaw (Sarah Jessica Parker)

Dizinin ve filmin baş karakteridir. Hayali The New York Star gazetesinde haftalık “Sex and the City” köşesini hazırlamaktadır. Filmin konusu, Carrie Bradshaw’ın yazılarını yazarken yaptığı beyin jimnastiği üzerine yapılandırılır. New York sosyetesinin ve gece hayatının üyelerindendir. Kulüp, bar ve restoranların müdavimleri arasındadır. Gazetedeki yazılarında kadın-erkek ilişkilerinin farklı boyutları üzerinde odaklanır. Erkeklerle uzun vadeli ilişkileri olmasına rağmen “Mr. Big” ile çok katmanlı ve tekrar tekrar bitip başlayan karmaşık bir ilişkisi vardır.

Samantha Jones (Kim Cattrall)

Dörtlünün en yaşlısı, en seksisi ve en atılganıdır. Yayıncılık kariyeri olan bağımsız bir iş kadınıdır. Güvenilir, güçlü, açıksözlü bir kişiliği vardır. Samantha’nın en iyi özelliklerinden birisi arkadaşlarına sadık olmasıdır. Yüksek düzeyde cinsel iştahı vardır ve fiziksel arzularını tatmin ederken her ne pahasına olursa olsun duygusal bağlılıktan kaçınır. Yüzlerce ruh yoldaşı olduğuna inanır. Bu yüzden “orgazmdan bir saat sonra” cinsel partnerlerini terk eder. Çok sayıda ilişkileri arasında Maria adlı lezbiyen sanatçıyla ilişkisi de yer alır. Bir ara kanser tedavisi gören Samantha, bu hastalığı yenmeyi başardıktan sonra hayata yepyeni bir perspektiften bakmaya başlamış, Smith Jerrod adlı genç bir erkekle hayatının en kalıcı ve doyurucu ilişkisine girmiştir.

Charlotte York (Kristin Davis)

Connecticut’ta doğup büyümüş, oldukça muhafazakar yapılı bir sanat eserleri satıcısıdır. Dörtlü grubun en muhafazakar ve iyimser olanıdır. Şehvete karşı duygusal aşkı ve gerçek romantizmi yerleştirir. “Pırıl pırıl zırhlı şovalyesini” aramaktadır. Özellikle aşkın ve flörtün kuralları çerçevesinde olmak üzere kadın-erkek ilişkileri konusunda daha geleneksel yaklaşımları vardır. Muhafazakar görünümüne rağmen bazen verdiği tavizlerle, cinsel açıdan en liberal kız arkadaşlarını bile şaşırtır.

Miranda Hobbes (Cynthia Nixon)

İlişkiler ve erkekler konusunda olağanüstü karamsar ve alaycı bakış açısı olan kariyer kaygılı avukattır. Harvard Hukuk Fakültesi mezunu olan iki çocuk sahibi Miranda, Carrie’nin en iyi arkadaşı, sırdaşı ve mantığın sesidir. Dizinin ilk sezonlarında bu karakterin portresi daha erkeksi tavırlı ve insanlardan nefret eder şekilde çizilmişti. Ancak bu imaj sonraki yıllarda özellikle erkek arkadaşı Steve Brady’den hamile kalmasından sonra yumuşatıldı. Bir süre sonra da ikisi evlendiler ve ayrıldılar. Oğlu Brady Hobbes’in doğumuyla birlikte Miranda’nın işkolik yaşamında yeni sorunlar çıktı. Ancak kısa süre içerisinde bekar annelik ile kariyeri arasındaki dengeyi kurmayı başardı. Dört kadın arasında kiracı olmayan ve kendi evini satın almış olan tek kadın Miranda’dır.

Mr. Big (Chris Noth)

Carrie Bradshaw açısından çekicilik, yakışıklılık, alaycılık (müstehzilik) ve zenginliğin simgesidir. Carrie ile ilişkisinin defalarca bozulmasının sebebi, Carrie’ye tam anlamıyla bağlanmaya hazır gibi görünmemesidir. Dizinin akışı boyunca Carrie’den daha genç olan Natasha ile evlenir. Ancak Carrie ile olan ilişkisi yüzünden evliliği bozulur. Ayrıca Carrie’nin mobilya tasarımcısı sevgilisi Aidan ile ilişkisinin bozulmasına da yol açar. Dizinin final bölümünde Mr. Big, Carrie’siz hayatın hiçbir anlamı olmadığının farkına varır. Sıkı bir jazz müzik hayranı ve bağımlılık düzeyinde puro içicisidir. Nasılsa purosunu yakacağı çok fazla parası vardır. Mr. Big’in isminin John olduğu dizinin finaline kadar açıklanmaz. “Sex and the City: The Movie”nin fragmanında Mr. Big’in tam isminin John James Preston olduğu açıklanır.

Steve Brady (David Eigenberg)

Miranda’nın bir görünüp bir kaybolan erkek arkadaşıdır. Diziye ikinci katılmıştır. Dördüncü sezonun sonunda çocukları olduktan sonra altıncı sezonun sonunda Miranda ile evlenir. Anne Meara’nın oynadığı alkolik annesi Mary Brady karakteri de dizinin sürekli karakterlerinden birisidir.

TV Dizisi Hakkında

HBO kanalında ilk bölümü 6 Haziran 1998’de gösterilen “Sex and the City” dizisi, sezonun en yüksek rating alan dizilerinden birisi oldu. Altı sezon üstüste gösterildikten sonra 22 Şubat 2004 tarihinde gösterilen final bölümü ise, en çok seyredilen dizi finallerinden birisi oldu.

“Sex and the City”nin birinci sezonu, HBO kanalında 1998 yılının Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında yayınlandı. İkinci sezonu ise, 1999 yılının haziranından ekim ayına kadar gösterildi. Üçüncü sezon 2000 yılının haziran – ekim ayları arasında yayınlanırken dördüncü sezonun yayını iki aşamalı gerçekleşti. İlk aşaması, 2001 yılının Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında; ikinci aşaması ise 2002 yılının Ocak ve Şubat aylarında oldu. Beşinci sezon ise, Sarah Jessica Parker’ın hamilelik sürecine paralel olarak 2002 yılı yaz aylarında yayınlandı. Altıncı sezona ait olan 20 bölümün yayını da iki aşamalı yapıldı. Birinci aşamada 2003 yılı haziranından eylülüne kadar; ikinci aşamada ise 2004 yılı Ocak ve Şubat aylarında gösterildi.

HBO kanalının en büyük hit dizilerinden birisi olan “Sex and the City”, ekranlarda kaldığı altı yıl boyunca 50 Emmy ödülü kazandı. Dizinin oyuncularından Sarah Jessica Parker ve Cynthia Nixon’un aldığı ödüllerin sayısı yediyi buldu. Dizi ayrıca 24 defa Altın Küre adaylığı alırken toplam 8 Altın Küre ödülü aldı. Bunlar arasında Müzikal ve Komedi dalında en iyi televizyon dizisi ödülü de vardı.

“Sex and the City” dizisi, kadınlar ve seks üzerine dürüst ve samimi diyaloglarıyla tanındı. Dizinin hayranları, “Sex and the City”nin birçok Amerikan kentindeki cinsel davranışlarla yaşam biçimlerinin gerçekçi bir portresini çizdiğini savundular. Dizinin önemli destekçileri arasında ünlü yazar Orson Scott Card da yer aldı. Dizinin kimi zaman edepsizce ve kaba olan yapısı karşısında donup kaldığını belirten Orson Scott Card, buna rağmen dizinin televizyon tarihinin en iyi yazılmış senaryolarından birisine sahip olduğunu söylemişti.

Sinema Filmi Hakkında

“Sex and the City” dizisini temel alan “Sex and the City: The Movie”nin yönetmenliğini Michael Patrick King üstlendi. Filmin senaryosunu da yazan King, aynı zamanda yapımcılar arasında da yer aldı. Sinema filminin çekilmesi projesi aslında 2004 yılının sonlarında gündeme gelmekle birlikte çeşitli sorunlar nedeniyle 2007’ye kadar gerçekleşmedi. Gecikmenin neden kaynaklandığıyla ilgili haberler arasında Sarah Jessica Parker ile Kim Cattrall arasında kişisel problem olduğu; kendisine ödenecek ücretin Parker’ın daha az olduğu için Cattrall’ın sözleşmeyi imzalamayı reddettiği haberleri başı çekti.

Michael Patrick King’in yazıp yönettiği filmde, dizinin dört baş kadın oyuncusu aynı rollerini tekrarladılar. Chris Noth da “Mr. Big” rolüne geri döndü. Yeni oyunculardan birisi, Carrie’nin asistanı Louise rolünde kamera karşısına geçen Oscar ödüllü Jennifer Hudson oldu.

New Line Cinema tarafından hayata geçirilen filmin çekimlerine 19 Eylül 2007 tarihinde New York’ta başlandı ve aynı yılın aralık ayı başında tamamlandı.

Filmin yapımcıları “Sex and the City: The Movie”nin devamı için plan yapmaya şimdiden başladıklarını söylediler.

Peri Tozu

Peri Tozu

Yönetmen: Ela Alyamaç
Oyuncular: İpek Değer, Mehmet Ali Nuroğlu, Barış Yıldız, Serkan Ercan, Damla Özen,
Senaryo: Ela Alyamaç
Görüntü Yönetmeni: Mirsad Herovic
Kurgu: Mustafa Presheva
Yapımcı: Nermin Alyamaç, Ela Alyamaç
Müzik: Emre Dündar, Murat Uncuoğlu
Kostüm Sorumlusu: Nevnihal Küçükgörmen
Gösterim tarihi: 4 Nisan 2008
Türkiye Dağıtımı: 35 Milim Filmcilik

Peri Tozu Sinopsis

Hayat dolu ve etrafına neşe saçan Deniz ve en sevdiği arkadaşı Emre, çocukken birbirlerine söz verirler. Ne olursa olsun hiç ayrılmayacak ve kendi yarattıkları “Düşler Ülkesi”nde yaşayacaklardır.

Kendi kararlarını vermekten hep kaçınmış, geçmişiyle boğuşan Cem, kız arkadaşının ısrarları ile evlilik karambolüne girmek üzeredir. Deniz’in hayatı Emre’nin ani bir kalp krizi geçirmesiyle altüst olur. Deniz arkadaşını iyileştirebilmek için Cem ile sihir ve umut dolu bir yolculuğa çıkar.

Tesadüflerin bir araya getirdiği Deniz ve Cem’in, çıktıkları yolculukta kat ettikleri duygusal gelişmeler ve sihirli Peri Tozu, İstanbul’a döndüklerinde onları yeni maceralara sürükleyecektir.

Nim’in Dünyası: Tasarımlar

Nim’in Dünyası: Tasarımlar

“Nim’s Island”ın konusunun büyük bölümü uzak bir adada geçer. Burada hem doğal çevre, hem de Nim karakterinin limitsiz hayal gücü sözkonusudur. Okyanusun ortasında bir adada yaşayan Nim’in hayatındaki tehlike ve güzellikleri kapsayacak bir mekan bulmak isteyen film yapımcıları, dünyanın öbür ucu olarak bilinen Avustralya’ya bir yolculuk yaptılar. Burası, bereketli yağmur ormanları, altın sahilleri ve görkemli mercan kayalıklarıyla çok büyük bir ada ülkesiydi.

Yapımcı Paula Mazur, “Neden Avustralya?” sorusunu şu sözlerle yanıtlıyor: “Gerçek anlamda tropik çevreye ihtiyacımız vardı. Aynı zamanda film çekimi için gerekli güçlü altyapının da sağlanacağı bir yer olmalıydı. ‘Dünyanın en güzel adası!’ tanımlamasına uygun düşecek bir yer arıyorduk. Sonunda aradığımız herşeyi ve daha fazlasını Avustralya’da bulduk.”

Filmin çekimlerinin büyük bölümü, Queensland eyaletinin altın kumlu plajlarıyla ünlü Altın Sahili’nde gerçekleştirildi. Bu bölgede film çekim stüdyolarının da var olması nedeniyle deniz aslanlarının dev su tankları içinde emniyetle tutulması sağlandı. Ayrıca Jack ile Nim’in yaşadığı ağaç evi de bu stüdyolarda özel olarak inşa edildi. Bunların yanısıra Aborjinlerin vatanı olarak bilinen ve bugün Avustralya Ulusal Parkı niteliği taşıyan Hinchinbrook Adasında da çekimler yapıldı. Bu ada, görkemli ormanları, altın kumlu sahilleri ve hindistan cevizi ağaçlı kıyılarıyla Nim’in cennet adası oldu.

Mark Levin ve Jennifer Flackett, filmin tasarımları için üç büyük sanatçıyla işbirliği yaptılar. Filmin görüntü yönetmenliğini, Jane Campion’un konusu Yeni Zelanda’da geçen “The Piano” adlı filmdeki lirik çalışmasıyla Oscar adaylığı kazanan Stuart Dryburgh üstlendi. Prodüksiyon tasarımlarını, geçtiğimiz yılın olay komedisi Wedding Crashers’in yanısıra “X-Men: Wolverine” adlı filmde de aynı görevi yapan Barry Robison hayata geçirdi. Kostüm tasarımlarını ise, Woody Allen imzalı periyod draması “Bullets Over Broadway”deki çalışmasıyla Oscar adaylığı alan Jeffrey Kurland hazırladı.

Görüntü yönetmeni Stuart Dryburgh’un karşılaştığı zorluklardan birisi, gerçek yağmur ormanlarında yapılan çekimlerle stüdyo çekimleri arasında uyumlu dengeyi tutturmak oldu. Özellikle stüdyo ortamında çekilen ağaç ev sahnelerinde bu zorluğu hissettiğini belirten Dryburgh, nasıl aştığını şöyle anlatıyor:

“Gerçek yağmur ormanlarıyla stüdyoda kurulan ağaç ev arasında dış koşullar açısından büyük farklar vardı. Yağmur ormanlarının atmosferinde sürekli su buharı olması nedeniyle bitkiler üzerinde sanki her an ıslaklık varmış gibi bir duygu oluşuyordu. Aynısını stüdyo ortamında sağlayabilmek için ağaç evin çatısına son derece karmaşık yapılı bir düzenek yerleştirdik. Bunu tropikal bitkilerin yetiştirildiği büyük seraların üstüne kaplanan çok özel düzeneklere benzetebiliriz.”

Görüntü yönetmeni Stuart Dryburgh filmdeki favori sahnesini şu sözlerle dile getiriyor: “Aslında favori sahnelerim çok fazla ama Nim’in teknede yolculuk yaptığı sahneyi ayrı bir keyifle çektim. Bu sahnede Nim, babasının teknesinin ön tarafında ayakta duruyordu. Tekneleriyle açıkta duran erzak gemisine doğru gidiyorlardı. Babası Jack’in kullandığı tekne ilerlerken arka planda birbirinden güzel adalar vardı. Güneşin pırıl pırıl parladığı bu sahne, gerçekten büyüleyici bir sahne oldu.”
Prodüksiyon tasarımcısı Barry Robison ise, “gerçekçilik ama rüya gibi gerçekçilik” adını verdiği ve filmin ana setlerine hakim olan stili yakalayabilmek için Dryburgh ile omuz omuza çalıştı. Nim’in adadaki ağaç evi ile Alexandra’nın San Francisco’daki çevreden izole edilmiş evi arasındaki kontrastları vurgulayabilmek için geniş kapsamlı gözlem ve araştırma yaptı.

Barry Robison’un kurarken en büyük keyif aldığı setler arasında Jack ve Nim’in yaşadığı ağaç ev stilindeki ev ile laboratuvar setleri başı çekiyordu. Bu ağaç evi oluştururken çocukluk hayallerinden yola çıktığını söyleyen Robison, “Sanırım hepimizin çocukluğunda Nim’inki gibi bir ağaç evde yaşama hayali vardır. Böylesine büyüleyici bir evi yaratmak gerçek bir keyif oldu” diyor.

Prodüksiyon tasarımcısı Barry Robison aslında bu evi, Hinchinbrook Adasındaki gerçek yağmur ormanındaki gerçek bir ağacın üzerinde inşa etmek istiyordu. Bunu başarabilseydi “Nim’s Island”ın dış mekan çekimlerinin büyük kısmı da yağmur ormanlarında yapılmış olacaktı. Ancak planlarını suya düşüren büyük bir engel çıktı: Hayvanlar…

Nim’in yakın arkadaşları olan deniz aslanlarının güvenliği için mutlaka stüdyo ortamında tutulması gerektiğini öğrenince ağaç evi de stüdyo ortamında kurmaya karar verdi. Kendi teatrik altyapısını da kullanmak suretiyle dış dünyanın vahşi güzelliklerini iç mekan setlerinde yaratmayı düşündü. Sonuçta görüntü yönetmeni Stuart Dryburgh’un katkılarıyla ağaç evi sanki gerçek yağmur ormanının içinde gibi sunmayı başardı. Ağaç evi hayata geçirirken dayanıklı bambu malzeme ve plastik malzeme kullandı.
Robison’un aynı derecede zorlandığı bir başka önemli set ise, Alexandra Rover’ın yaşadığı San Francisco’daki Victoria tarzı ev seti oldu. Burası, dünyanın en popüler macera romanları yazarının kendisini dış dünyadan gizlediği yerdi. Kendisine çok büyük ve ürkütücü gelen dış dünya ile bağlantısını koparacak tarzda bir yaşam sürüyordu.

Prodüksiyon tasarımcısı Barry Robison, Alexandra’nın evini tasarlarken nasıl bir yaklaşım sergilediğini şu sözlerle açıklıyor: “Klostrofobik ve kaotik bir kentte yaşayan Alexandra bu evi her türlü karmaşadan uzak durduğu çölde bir vaha gibi görür. Kendisini dış dünyadan öylesine soyutlamıştır ki, kapıyı açıp dışarı çıktığında arka planda Golden Gate Köprüsünü ve San Francisco kentini görünce bastırılmış bir perspektif hissederiz. Bunlar onun ne kadar zorlu bir mücadeleye hazırlandığını gösterir.”

Alexandra’nın evinin içini döşemeye başlayan tasarım ekipleri, evin her köşesine dünyanın çeşitli ülkelerinden getirilmiş objeler yerleştirdiler. Yapımcı Paula Mazur bu eşyaların önemini şu sözlerle açıklıyor: “Alexandra’nın evinde dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş objelere bakınca bu kadının evini terk etmeye bile gerek duymadan dünyaya açık bir yaşam sürmeye çalıştığını anlıyoruz. Bu duygu Jodie Foster için de çok önemliydi.”

Bu duygu aynı zamanda Mark Levin ve Jennifer Flackett için de önemliydi. Filmin tasarımları ve oyuncu performansları açısından en iyi sonucu aldıklarını belirten Mark Levin, “Nim’s Island” projesiyle ilgili düşüncelerini şu sözlerle özetliyor:
“Bu güzel yeri ve bu harika öyküyü yaratmak için herkes birlikte çalıştı. Hepimizin ortak amacı, Wendy Orr’un kitabındaki dünyaya bakışın yansıtılmasıydı. Bence, ‘Nim’s Island’ insanların kendi hayal gücüne kaçışını sağlayabilecek bir film oldu. İnsanlar bu filmi izleyince kendilerini daha önce hiç görmedikleri yerlerde bulacaklar. Tamamen orijinal bir deneyim oldu.”

Nim’in Kahramanları: Jack ve Alex Rollerinde Gerard Butler

Nim’in Kahramanları: Jack ve Alex Rollerinde Gerard Butler

Hayalgücünüzü çalıştırarak olmak istediğiniz şekle bürünmenin gücü üzerine bir öykü olan “Nim’s Island”da Gerard Butler iki rolde birden kamera karşısına geçti. Gerçek ile fantezinin ayrıştığı noktanın her iki yanında yer alan bu rollerden birisi, Nim’in bilim adamı babası Jack rolüydü. Diğeri ise, Nim’in kurtarılma umutlarını bağladığı cesur ve aslan yürekli hayali maceraperest Alex Rover karakteriydi.

“Nim’s Island”ın yapımcıları başlangıçta bu roller için iki farklı aktör düşünmüştü. Ancak son dönemde “300 Spartalı” filminde oynadığı çelik gibi sert savaşçı rolüyle dikkat çeken; ardından “P.S. I Love You – Not: Seni Seviyorum” adlı romantik komedide Hilary Swank’a karşı başarılı performans ortaya koyan Gerard Butler’ın adı gündeme gelince her iki rolü de ona vererek cesurca bir yaklaşım sergilediler.

Mark Levin’in bu konudaki düşüncesi şöyle: “Gerard her iki rolü de kendisine vermemiz konusunda bize esin kaynağı oldu. Jack ve Alex rollerinin her ikisine de uygun olduğu konusunda bizi ikna etti. Aslında bu iki karakterin aynı paranın iki yüzü gibi olduğunu gösterecek karizmaya sahip olduğunu gördük. İki farklı karakteri oynaması sayesinde filmimize hikaye kitabı nitelikleri de eklenmiş oldu. Klasik öykülerde bir oyuncunun iki rolü birden oynaması gibi güçlü bir gelenek olduğunu biliyorduk. Örneğin ‘Peter Pan’ adlı filmde bir aktör, hem Wendy’nin babasını, hem de Kaptan Hook’u oynamıştı.”

Oynadığı iki karakterin de kendine özgü bir hayat yolculuğu olduğunu belirten Gerard Butler, Jack ve Alex karakterleri hakkında şu gözlemleri yapıyor:

“Nim’in babası olan Jack, kalbi kırık bir deniz biyologudur. Plankton olarak bilinen deniz canlıları üzerine bilimsel araştırmalar yapar. İşinde çok başarılı olmakla beraber özel yaşamında sorunları ve zorlukları vardır. Özellikle kızıyla duygusal bağlantı kurmakta zorlanır. Alex Rover ise Indiana Jones özellikleri taşıyan klasik aksiyon kahramanı tipinde bir erkektir. Enerji ve tutku yüklü olağanüstü kahraman modelidir. Ancak aynı zamanda da, sadece başka insanların hayalinde yaşayan bir erkektir. Buradaki ilginç nokta ise, Alex Rover karakterinin, aslında Jodie Foster’ın oynadığı Alexandra’nın ikinci kimliği olmasıdır. Alexandra’nın daha cesur adımlar atması için ona destek veren hep Alex’tir.”

Nim’in Yaratıkları: Deniz Aslanları, Sakallı Dragonlar ve Pelikanlar

Alexandra hayatına katılıncaya kadar Nim’in esas arkadaşları hep hayvanlardır. Adadaki yakın dostları arasında Selki adlı deniz aslanı, Fred adlı sakallı dragon ve Galile adlı pelikan başı çeker.

“Nim’s Island”da hayvan karakterlerin önemli yer tutması, bu sıradışı karakterlerin en iyi şekilde hayata geçirilmesi gibi büyük bir zorluğu beraberinde getirdi. Bu zorlu görevi, daha önce “Babe: Pig in the City” adlı filmdeki çalışmalarıyla adını duyuran hayvan eğitmenleri John Medlin ile Katie Brock üstlendi.

Nim’in hayvan dostları arasında en önemlisi hiç kuşkusuz Selkie adını verdiği deniz aslanıdır. Yaklaşık 200 kilo ağırlığında iri cüsseli bir deniz memelisi olan ve okyanusta yaşayan Selkie, Nim’in en sevdiği sadık arkadaşıdır. Film yapımcıları en uygun Selkie’yi bulmak için Avustralya’nın Queensland eyaletinde yer alan Altın Sahili’nde kurulu olan Sea World Australia adlı eğlence merkezinin yardımını istediler. Eğlence merkezi yetkilileri, Spud ve Friday adlı eğitimli iki deniz aslanını önerdiler. Bunların her ikisi de, yerel şovlarda gösteriler yapıyordu ve normal deniz aslanlarının bilmediği selam vermek, öpmek ve sarılmak gibi sıradışı hareketleri yapabilecek kadar iyi eğitimliydi.

Hayvan eğitmeni Katie Brock, iki deniz aslanının nasıl eğitildiğini şu sözlerle açıklıyor: “Çekimler sırasında Spud ve Friday’in ikisiyle birden dönüşümlü olarak çalıştık. Birisinin çeşitli nedenlerden dolayı mevcut olmaması halinde diğeri çekimlere katıldı. İkisi de çok iyi eğitimli olduğu halde birkaç tane yeni film hilesi daha öğretmek durumunda kaldık. Karşımıza çıkan en büyük zorluk ise, Spud ve Friday’in bugüne kadar sadece eğitimcileriyle yakın ilişki halinde olması nedeniyle kameranın varlığına yabancılık çekmeleri oldu. Çevrelerini saran kameralar, ışıklar ve teknik ekiplerle çalışmaya alışmak zorunda kaldılar ki, bu deniz aslanlarının hiç alışkın olduğu bir durum değildi.”

Spud ve Friday’in öğrenmek zorunda olduğu önemli konuların başında Abigail Breslin ile uyumlu çalışmak vardı. Küçük oyuncunun bu iki deniz aslanıyla ilgili yorumu şöyle:

“Aslında onların ne kadar dev boyutlu olduğunu görünce ilk başta biraz çekindim. Tahmin ettiğimden çok daha büyüktüler. Ancak çok sevimli oldukları için korktuğumu söyleyemem. Onlarla oynadığım sahnelerde yapmam gerekenleri öğrenme süreci büyüleyiciydi. Hoşuma gitmeyen tek şey ise, onları ödül olarak balıkla beslerken balığın kokusunun hiç hoşuma gitmemesiydi.”

“Nim’s Island”ın kadrosunda belki de en sıradışı hayvan karakteri, Nim’in Sakallı Dragonu Fred’di. Bir çeşit kertenkele olan bu egzotik hayvanın çene altında bir kese yer aldığı için ona sakallıymış görünümü veriyordu. Mistik çağrışım yapan isimlerine rağmen Sakallı Dragonlar, insanlarla iyi iletişim kurmayı başaran oldukça yumuşak başlı sürüngenlerdi. Film için tercih edilişinin sebebi de uysallığıydı.

Filmdeki Sakallı Dragon Fred rolü için Goblet, Steve, Crusher, Calico ve Alice adlı beş tane kertenkele görevlendiren hayvan eğitmeni John Medlin, “Bunların arasında en iyisi Steve olduğu için kamera karşısına en çok onu çıkarttık. Ancak fazla aktif davranmaya başladığı zaman Goblet’i, sonra Calico’yu, Alice’i, en son da Crusher’ı çıkarttık. Planımız buydu” diyor.

Filmde görev yapan beş kertenkeleden birisi olan Goblet, çekimler sırasında doğum yaparak 12 tane yavru dünyaya getirdi. Bunlar arasından ilk doğana “Nim”, ikinci doğana ise “Abigail” ismi verildi.

Filmin kadrosunu tamamlayan hayvanlar arasında birkaç tane de pelikan vardı. Büyük gagalarıyla dikkat eden ünlü deniz kuşları, Nim’in mesaj taşıyıcı arkadaşı Galile rolünü üstlendiler. Sea World Australia’dan sağlanan pelikanların emirle uçuş eğitimleri orada yapılmıştı. Film için yapılan ekstra eğitime de olumlu cevap vererek balık ödüllerini hak ettiler.
Yapımcı Paula Mazur’un pelikanlarla ilgili yorumu şöyle: “Pelikanlar oldukça tuhaftı. Pelikanlar arasından tercih yaptığımız seans da bugüne kadar hayatımda gördüğüm en tuhaf seçme oldu. Biz büyük bir dairenin tam ortasında durduk. Pelikanlar çevremizde toplandı. Aralarından en beğendiklerimizi seçerek filmin kadrosuna aldık.”

Nim’in dünyasında görülen hayvanların büyük kısmı gerçek hayvanlardır. Buna karşılık aralarında deniz kaplumbağalarının da bulunduğu bazıları “animatronik” adı verilen canlandırma tekniğiyle hazırlandı. Gerçek deniz kaplumbağası kullanılmayışının sebebi ise, bunların dünya üzerinde çok az kalmış olması ve nesillerinin tehdit altında olmasıydı.

Animatronik süpervizörü John Cox, deniz kaplumbağalarıyla ilgili çalışmayı nasıl yaptığını şu sözlerle açıklıyor: “Film için animatronik deniz kaplumbağalarını yaratırken kaplumbağa biyolojisi konusunda mini uzman kesildim. Sea World’deki gerçek deniz kaplumbağalarının olduğu bölgeyi ziyaret ederek bol miktarda fotoğraf çektik ve ölçülerini aldık. Sonra da boyutlarıyla kabuklarının detaylarını keşfe çıktık. Bizim animatronik deniz kaplumbağalarının hareketlerini bu verilere göre inşa ettik.”

“NIM’S ISLAND” 18 Nisan’da Sinemalarda

“NIM’S ISLAND” 18 Nisan’da Sinemalarda

Yönetmenler: Jennifer Flackett, Mark Levin
Oyuncular: Abigail Breslin, Jodie Foster, Gerard Butler, Alphonso McAuley, Morgan Griffin
Senaryo: Mark Levin, Jennifer Flackett, Paula Mazur, Joseph Kwong
Yapımcı: Paula Mazur
Görüntü Yönetmeni: Stuart Dryburgh, Prodüksiyon Tasarımı: Barry Robison
Kostüm Tasarımı: Jeffrey Kurland, Kurgu: Stuart Levy
Set Dekorasyonu: Rebecca Cohen, Özgün Müzik: Patrick Doyle
Walden Media – Film Farm / UIP Filmcilik

Sevgili Alex Rover,

Babam denizde kayboldu ve adamız işgal edildi.

Size ihtiyacım var Alex Rover!

Nim’in Adasında her an herşey olabilir. Burası hayal gücünün coştuğu, maceraların hüküm sürdüğü egzotik bir adadır. Burada Nim adlı (Abigail Breslin) özgür ruhlu ve enerjik bir genç kız yaşar. Çevresi egzotik hayvan dostlarıyla doludur. İlhamını efsanelerden ve kitaplarından alır. Favori edebiyat kahramanı, dünyanın en büyük maceraperesti olan Alex Rover’dır. Yaşadığı tropik ada tehdit altına girince yardım etmesi için kahramanına başvurur.

Ancak Nim’in bilmediği bir gerçek vardır. Çok sevdiği Rover kitapları serisinin ünlü yazarı Alexandra Rover (Jodie Foster) aslında bir kadındır. Üstelik büyük kentteki apartman dairesinde doğaya kapalı şekilde tek başına yaşamaktadır. Korkak, çekingen ve yüreksiz bir insandır. Nim’den gelen mesaj üzerine dünyanın ücra köşesindeki bu adaya hiç istemeden gitmek zorunda kalır. Heyecanlı bir kişiliği olan Nim artık hayatının en büyük macerasıyla yüzyüzedir. Her ikisi aradığı cesareti Alex Rover karakterinin hayali yiğitliğinden alırken Nim’in Adasını kurtarmak için ihtiyaç duydukları gücü birbirlerinden alacaklardır.

Bir macera / komedi filmi olan “Nim’s Island”, kendi hikayesinin kahramanı olma üzerine bir filmdir. Yapayalnız olduğunu düşünen bir genç kız ile herşeyden korkacak kadar cesaretsiz olduğunu düşünen olgun bir kadının, güçbirliği yaptığı takdirde hayallerinden çok daha fazlasını başarabileceğini anlatır.

Yönetmenliğini Mark Levin ile Jennifer Flackett’in üstlendiği “Nim’s Island”ın senaryosunu Wendy Orr’un aynı adlı kitabından yola çıkarak Paula Mazur ile Joseph Kwong yazdı. Yapımcılığını Paula Mazur gerçekleştirdi. Başroldeki adalı kız Nim karakterini, “Little Miss Sunshine”daki performansıyla Oscar adaylığı kazanan Abigail Breslin oynadı. Alexandra Rover rolünde Oscar ödüllü Jodie Foster kamera karşısına geçti. “300 Spartalı” ve “P.S. I Love You”dan tanıdığımız Gerard Butler ise, Nim’in gerçek babası ve hayali kahraman Alex Rover olmak üzere iki rolü birden üstlendi.

Çekimleri Avustralya’nın ünlü Altın Sahili’nin plajlarıyla Hinchinbrook Adasının yağmur ormanlarında gerçekleştirilen filmin kamera arkası ekiplerinde, görüntü yönetmenliğini “The Piano” ve “Bridget Jones’ Diary” ile adını duyuran Stuart Dryburgh; prodüksiyon tasarımlarını “Wedding Crashers”tan tanıdığımız Barry Robison; kostüm tasarımlarını “Ocean’s Eleven”dan tanıdığımız Oscar adayı Jeffrey Kurland ve kurgu editörlüğünü de “Any Given Sunday”deki başarısıyla dikkat çeken Stuart Levy üstlendi.

Nim’in Adasını Bulmak

Yazar Wendy Orr, 2002 yılında yayınladığı “Nim’s Island” adlı kitabında okurlarını macera dolu bir tropik ada ile iki kadın kahramanla tanıştırdı. Bunlardan birisi, dünyanın ücra bir köşesindeki tporik adada bilimadamı babası ve hayvan dostlarıyla İsviçreli Robinson Ailesi tadında heyecan dolu bir yaşam süren cesur yürekli genç kız Nim karakteriydi. Diğeri ise, en sıkı hayranı Nim’in yardım çağrısı gelinceye kadar büyük kentteki apartman dairesinde, dünyadan elini eteğini çekmiş, anksiyete dolu bir yaşam süren macera romanları yazarı Alexandra Rover’dı.

Kader Nim ile Alexandra’yı bir araya getirdiğinde iki insanın birbirinden bundan daha fazla farklı olamayacağı ortaya çıkar. Büyük maceralarla gerçek dostlukların heyecan dolu açlığını çeken genç Nim’in yüreği kıpır kıpırdır. Buna karşılık Alexandra’nın sinir sistemi çökmüş gibidir. Ancak çok önemli iki ortak noktaları olduğunu keşfetmeleri uzun sürmez. Bu ortak noktalarından birisi, hayal gücünün önemine duydukları büyük inanç, diğeri ise Alexandra’nın hayali kahramanı Alex Rover’a duydukları ortak sevgidir. Büyüleyici yerlere gitmeleri, daha sıkı bağlar kurmalarında Alex Rover’ın limitsiz cesareti onlara ilham verecektir. Üstelik bunu yapmak için sadece hayal etmeleri yeterlidir. Nim sonunda kendisini hayatının en büyük macerasının, -bir aile olma macerasının- tam ortasında bulacaktır.

Kitabın yazarı Wendy Orr, “Nim’in öyküsü hepimizin aslında zannettiğimizden çok daha cesur olabileceğimiz üzerine bir öyküdür. İster acımasız korsanlara karşı olsun, ister dünyayı tanımak için yaşadığınız apartmandan ayrılmak olsun, sonuçta hepimiz zannettiğimizden çok daha fazlasını yapabilecek güce sahibiz” diyor.

Los Angeles Times gazetesinde Orr’un kitabıyla ilgili olarak yayınlanan bir yazıda şu ifadeye yer veriliyor: “Yüksek dozda heyecan ve komedi boyutları içeren canlandırıcı bir öykü… Nim ve yaşadığı cennet adasıyla ilgili herşeye okurlar inanmak isteyeceklerdir.”

Film yapımcısı Paula Mazur, “Nim’s Island”ı bundan birkaç yıl önce Santa Monica’daki bir kütüphanede keşfetti. Kitabın ismi ilgisini çekince çocuklarının da okuması için evine götürdü. Ünlü yapımcı bundan sonrasını şu sözlerle anımsıyor:

“Son derece iyi yazılmış güzel bir öykü olduğunu gördüm. Baba, kız ve yazar olmak üzere birbirinden güçlü karakterler olduğu gibi bunların kaderleri de birbirine çok iyi bağlanmıştı. Kitabı okurken, ‘Böyle bir film olsa görmeyi isterdim’ diye düşündüğümü anımsıyorum. Özellikle de Nim karakterinin çok iyi bir rol model olduğunu düşünüyorum. Karşısına çıkan herşeye coşku, heyecan ve mizah gücüyle yaklaşmasını bilen, kafasına koyduğu şeyi mutlaka yapan bir kız…”
“Nim’s Island”ın film haklarının boşta olduğunu öğrenince heyecanlanan Paula Mazur, hızla bir uyarlama senaryo hazırladıktan sonra zaman kaybetmeden Walden Media ile iletişime geçti. Aile odaklı kitapları olağanüstü yaratıcılık ve sağlamlıkla ekrana aktarmasıyla ünlenen Walden Media ile yapacağı işbirliği sonucunda ortaya kusursuz bir film çıkacağından emindi.

Walden Media ile yapılan anlaşmanın ardından senaryo yazarı arayışına geçildi. Paula Mazur ve Walden Media yetkilileri, bu zorlu görevin üstesinden geleceğini düşündükleri Mark Levin ile Jennifer Flackett’a verdiler. Aynı zamanda karı-koca olan Mark Levin ve Jennifer Flackett ikilisi, bugüne kadar senaryosunu yazıp yönettikleri çok sayıda filmi hayata geçirmeleriyle tanınıyorlardı. Bunlar arasında Manhattan’daki bir karate okulunda spor çalışması yaparken birbirine aşık olan 11 yaşındaki iki çocuğun öyküsünü anlattıkları “Little Manhattan” adlı film başı çekiyordu.

Projede çalışmayı kabul eden Levin ve Flackett, başta Nim karakteri olmak üzere Wendy Orr’un kitabında tanıttığı diğer insan ve hayvan karakterlerin hepsine hayran kaldılar. Mark Levin bu konudaki düşüncelerini şu sözlerle dile getiriyor:

“Güzel bir film için aradığımız kaynağı bulmuştuk. Senaryoyu nasıl yazacağımız ve filmi nasıl yöneteceğimiz konusunda en büyük esin kaynağımız biricik kızımız oldu. Herşeyden önce kızımızın seveceği bir film yaratmak istiyorduk. Sadece seveceği bir film olmakla kalmayıp aynı zamanda onun kişiliğini de yansıtmalıydı. Çünkü bize göre kızımız, Nim karakterine çok benziyordu.”

Jennifer Flackett şunları ekliyor: “Çocukların hayal gücünü coşturan, onları maceradan maceraya koşturan böyle bir yapıtın özünü yakalamak bize heyecan verdi. Filmlerde kızların genelde ikinci planda kaldığını, onlar için sağlam roller olmadığını hepimiz biliyoruz. Baş kahramanı bir genç kız olan böyle bir filmi kızımıza armağan etmek istedik. Her ikimiz de aile odaklı filmlere çok seviyoruz. Burada çocukluk ile genç kızlık arasındaki ince çizgide ilerleyen Nim’in öyküsü vardı. Bu öyküdeki potansiyeli gördük.”

Senaryo üzerinde çalışmaya başlayan Mark ile Jennifer, filmin özünü oluşturacağını düşündükleri unsurları belirlemeye başladılar. Mark Levin bu konudaki yaklaşımlarını şu sözlerle özetliyor:
“Kitapta anlatılan öykünün özünde karakterlerin iletişim / bağlantı kurma çabası vardır. Adadaki küçük kızıyla bağlantı kurmaya çabalayan bir baba; ihtiyaç duyduğu dakikada kahramanına ulaşmaya çalışan kız; dış dünyayla olduğu kadar her zaman olmak istediği kişilik ile de bağlantı kurmaya çabalayan bir yazarın öyküleri içiçe anlatılır. Ancak hepsinden önemlisi kendi kendisini restore etmeye / onarmaya çalışan bir aile sözkonusudur. Kitaptaki temalar bunlardı. Senaryo yazım aşamasından setlere kadar filmi yaratırken iletişim / bağlantı kurma çabasını daima ön plana aldık.”

Mark Levin ile Jennifer Flackett, kitaptaki temalara bağlı kalırken bazı genişletmeler de yapmayı ihmal etmediler. Bunları filme daha çok drama unsuru katmak ve görsel heyecan eklemek için yaptıklarını kaydeden Jennifer Flackett, “Filmde olan herşey aynı zamanda kitapta da vardır. Ancak biz temel olayları alıp daha görkemli ve daha sinemasal yapmak için genişlettik” diyor.

Nim’in Büyük Macerası: Genç Aksiyon Kahramanı Rolünde Abigail Breslin Oynuyor
“Nim’s Island”ın odak noktasında hiç kuşkusuz Nim karakteri vardır. Uzak bir adada yaşayan Nim, bu tropik adanın el değmemiş güzellikleri içerisinde yaşayan atılgan ruhlu, çabuk hararetlenen, coşkulu, oldukça alıngan ve rengarenk bir genç kızdır. Kendisine en iyi arkadaşı olarak Selkie adını verdiği Deniz Aslanını seçmiştir.

Kitabın yazarı Wendy Orr, hayalinde bu çok özel karakteri yaratırken nasıl bir kişilik yapısı yüklediğini şu sözlerle açıklıyor: “Nim karakteri aklımda şekillenmeye başladığı andan itibaren onu ve adadaki yaşamını çok özel kılacak her özelliği yüklemeye çalıştım. Nim son derece cesur, sadık, güçlükleri yenme yeteneği olan, dirençli ve sağlam mizaçlı bir kızdır. Elbette bazı kusur ve eksikleri de vardır ama bunlar fazla göze batmaz. Yazarlar bazen herhangi bir karakteri yaratırken diğerlerinden daha çok severler. Benim açımdan Nim karakteri öyle oldu. Yazarken onu çok sevdiğimi hissettim.”

“Nim’s Island”ın yapımcıları da aynı şekilde hissetmiş olmalı ki, bu karakter için oyuncu tercihi aşamasında bir ikilemle karşılaştılar. Komedi, aksiyon ve aile unsurlarını birleştiren böyle bir filmde istenen karmaşık performansı çok özel duygularla sergileyebilecek genç bir oyuncu nasıl bulunacaktı?

Yapımcıların ilk planı isimsiz bir oyuncu adayı bulmak için dünya çapında bir arama çalışması başlatmak yönündeydi. Ancak daha sonra fikirlerinde değişiklik oldu ve “Little Miss Sunshine” adlı komedi filmindeki başarılı performansıyla kendisini kabul ettiren Abigail Breslin üzerinde karar kıldılar. O filmde oynadığı köylü kızı rolündeki ince nüanslara dayalı performansıyla henüz 10 yaşındayken Oscar ödülüne aday gösterilen Abigail Breslin’den daha iyisinin olamayacağını düşündüler.

Yapımcı Paula Mazur’un bu konudaki yorumu şöyle: “Abigail’in performansını görünce Nim karakteri için dünya çapında bir araştırmaya ihtiyacımız olmadığı net olarak ortaya çıktı. Kendisiyle tanıştığımızda Nim karakterini en güzel şekilde oynayacağından kesinlikle emin olduk.”

Yönetmenler filmin setinde Abigail’i o kadar yaratıcı buldular ki, çoğu zaman onun bir “çocuk oyuncu” olduğunu dahi unuttular. Mark Levin gözlemlerini şu sözlerle aktarıyor:
“Duygularını yansıtmakta son derece başarılıydı ama bunu taklitçi şekilde yapmıyordu. Rolünü oynarken o kadar içten ve samimiydi ki, özellikle Nim’in babasının izini kaybettiği sahnede hepimize bunu hissettirdi. Kısacası setteki herkes Abigail’in performansına hayran kaldı.”

Nim karakterinin aksiyon, macera ve limitsiz hayalgücü dolu büyüleyici yaşamını harika bulduğu için bu rolde oynamak istediğini belirten Abigail Breslin, sette geçirdiği günleri şu sözlerle anımsıyor:

“Daha önce hiç yapmadığım tarzda yepyeni bir roldü. Bol bol koşmak, çeşitli yerlere tırmanmak, hepsi çok eğlenceliydi. Kılıç dövüşünü mutlaka söylemeliyim! Ayrıca su sahneleri için bol miktarda eğitim aldım. Suya nasıl dalınacağını, su altında nefesimi nasıl tutacağımı, hatta su altında nasıl bağıracağımı bile öğrendim. Aslında sandığınız kadar zor değil. Sadece ağzınızı açıyor ve bağırıyorsunuz. Ağzınıza bir damla bile su girmiyor.”

Abigail Breslin sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca Nim’in arkadaşlarını tanımak da çok ama çok eğlenceliydi. Deniz Aslanları, Sakallı Dragonlar ve Pelikanlar… Hepsi harikaydı.”
Bugüne kadar hep büyük kentlerde yaşayan Abigail Breslin, dünyanın ücra köşesindeki tropik ada yaşamına uyum sağlamasını bildi. Genç oyuncunun fiziksel ve beyinsel açıdan dönüşüm geçirdiğini belirten Akrobasi Koordinatörü Glenn Ruehland, izlenimlerini şu sözlerle aktarıyor:
“Abigail’in bugüne kadarki yaşamının önemli bölümünün New York’ta geçtiğini düşünecek olursak, prodüksiyon süreci boyunca gerçek bir aksiyon kızına dönüşmesi çok önemliydi.

Kendisinden istediğimiz hiçbir aksiyondan kaçmadı. Su altı eğitimi aldı, hatta 200 kiloluk Deniz Aslanlarıyla beraber suya bile girmekten çekinmedi. Aksiyon sahneleri için çok istekliydi. Küçük yaşına rağmen kendisine güveni tamdı. Ondaki gelişimi izlemek hepimiz için büyük keyif oldu.”
Nim’in Umudu: Macera Romanları Yazarı Alexander Rover Rolünde Jodie Foster
Nim kendisini yapayalnız ve adasının tehdit altında olduğunu hissedince ona yardımcı olacağından kesinlikle emin olduğu tek insanın yardımına başvurmaya karar verir. Bu kişi, çok sevdiği romanların korkusuz kahramanı Alex Rover’dır. Ancak gözüpek kahramanı Alex’in aslında San Fransisco’daki evinden aylarca sokağa bile çıkmaya korkan roman yazarı Alexandra Rover tarafından yaratıldığını anlayacaktır. Alexandra’nın görünmez mikroplar da dahil olmak üzere herşeyden korkan bir kişilik yapısı vardır. Yarattığı gözüpek kahramanın tam tersi gölgesi gibidir. Ancak Nim’in yardım çağrısını cevapsız bırakmak içinden gelmez. Aylarca evden çıkmayan Alexandra, bu küçük hayranının kim olduğunu anlamak için gittiği tropik adada küçük kızın sayesinde kendi içindeki kahramanı da keşfedecektir.

Alexandra rolü için film yapımcılarının aklında ilk günden beri hep Jodie Foster’ın ismi vardı. Oyuncu aramaya başladıkları günden itibaren hep onu düşünmüşlerdi ama oynamak isteyeceğine dair fazla umutları yoktu. Sonunda Jodie Foster ile bağlantı kurduklarında ilginç bir durumla karşılaştılar. Oscar ödüllü ünlü yıldız da senaryo taslağını okuduğu andan itibaren “Nim’s Island”a hayran kalmıştı.

Bu durum karşısında şaşırdığını ve heyecanlandığını söyleyen Paula Mazur, duygularını şu sözlerle dile getiriyor: “Doğal olarak Jodie Foster ile komediyi aynı çizgide düşünemezsiniz.

Ancak Jodie bu rolü gerçekten çok istedi. Kendisi film endüstrisinin en iyi kadın oyuncularından birisi olduğu için büyük ihtimalle kabul etmeyeceğini düşünüyorduk. Ancak evet demesiyle hayallerimiz gerçeğe dönüştü. Jodie’nin inanılmaz yeteneğinin devreye girmesi sonucunda filmin daha geniş izleyici kitlelerine ulaşacağını düşünmek hepimizi fazlasıyla heyecanlandırdı.”
Tıpkı Abigal Breslin gibi Jodie Foster da kariyerine çok küçük yaşta başlamış; henüz 14 yaşındayken oynadığı Martin Scorsese’in “Taxi Driver – Taksi Şoförü” adlı filmindeki performansıyla çok genç yaşta ilk Oscar adaylağını almıştı. Sonraki yıllarda film dünyasının en çok aranan drama oyuncularından birisi oldu. Aynı zamanda senaryo yazarlığı ve yönetmenlik de yaptı. “The Accused” ve “Silence of the Lambs – Kuzuların Sessizliği” adlı filmlerdeki kusursuz performanslarıyla iki Oscar ödülü ve sayısız başka ödüller kazandı. Böylesine güçlü kariyeri olan Jodie Foster gibi dev bir oyuncunun, filmdeki agorafobi korkusu olan macera romanları yazarı Alexandra Rover’ın portresini nasıl çizeceği merakla bekleniyordu.

Yönetmen / senaryo yazarı Mark Levin’in Jodie Foster’ın performansıyla ilgili yorumu şöyle: “Alexandra rolünü Jodie alınca daha iyisini hayal edemezdik. Performansı çok keyifliydi. Çünkü Jodie’yi bugüne kadarki filmlerinde hep daha sert ve dirençli görüntüleriyle izledik. Onu normalde komedi filmlerinde göremezsiniz. Agorafobisi olan, kendi içindeki çocuğu keşfetmeye çalışan kadın yazar rolü, aslında Jodie için de başlıbaşına bir keşif yolculuğu oldu. Komediye getirdiği hafiflik ve enerji boyutlarının son derece kaydadeğer olduğunu düşünüyorum.”

“Nim’s Island”da anlatılan öykünün ruhunun en baştan beri kendisini cezbettiğini belirten Jodie Foster ise, filmle ilgili olarak şu yorumu getiriyor: “Bu filmde anlatılan öykü, kızlara –ve tabii erkeklere de esin kaynağı olacak, onları yepyeni maceralara çıkaracak, dünyayı deneyimlemelerini sağlayacak bir öyküdür. Nim karakteri kendi yaşamının kahramanı olmanın ne anlama geldiğini gösterir. Günümüzde çoğunlukla pasif kalma gereği öğretilirken Nim karakterinin aktif yapısının dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Hangi yaşta olursa olsun insanların bunu hatırlamaya ihtiyacı var.”

Oscar ödüllü oyuncunun filmde oynadığı Alexandra karakteriyle ilgili yorumu ise şöyle: “Alexandra karakterinin topluma uyumsuz ve tuhaf davranışlarında kökeninde dokunaklı birşeylerin var olduğunu hissediyorum. Bugüne kadar korku üzerine birçok dramada oynadım. Bu yüzden Alexandra’nın kişilik yapısındaki birçok yönün korku unsurundan kaynaklandığını biliyorum. Ancak onun korkuları kimi zaman bilgisayarının üzerinde yürüyen bir örümcek, bazen omuzuna dokunan bir insan, hatta bazen sokağa çıkma korkusudur. Alexandra karakterinin havaalanına giderken, o güne kadar hiç tatmadığı egzotik yemekleri yerken ve alışkın olduğu herşeyi geride bırakırken ihtiyaç duyduğu içsel cesareti keşfetmek benim için son derece keyifli oldu.”

Filmin setlerinde Abigail Breslin ile çok iyi anlaştığını söyleyen Jodie Foster, küçük rol arkadaşıyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “Abigail harika bir oyuncu… Onda kendi çocukluğumu çağrıştıran birçok yön buldum. Özellikle de küçük yaşına rağmen uzun süredir bu işi yapıyor olması, bana oyunculuğa başladığım ilk yıllarımı anımsattı. En gerçekçi şekilde nasıl oynanması gerektiğine dair doğuştan gelme önsezileri olan, stres yapmadan oynamayı bilen bir oyuncu olduğunu düşünüyorum.”

Alexandra’nın yarattığı kahraman ve ikinci kimliği Alex Rover rolünde oynayan Gerard Butler ile de çok iyi anlaştığını ifade eden Jodie Foster, bu konuda şunları söylüyor:

“Korkularıyla bir bir yüzleşirken kendi yarattığı Alex Rover karakteriyle sürekli ileri-geri iletişim halinde olduğunu görürüz. Buna, kendi yarattığı karakterden destek almak da diyebiliriz. Şahsen ben Alex ‘i çok sevdim. Büyük bir karakter olduğunu düşünüyorum. Alex’i oynayan Gerard Butler bu role olağanüstü mizah boyutu kattı. Onunla çalışmak harikaydı.”

Kıyamet Öyküleri - The Hollow Men

Yönetmen Richard Kelly
Oyuncular Dwayne Johnson, Seann William Scott, Sarah Michelle Gellar, Mandy Moore, Justin Timberlake, Nora Dunn, Bai Ling, Curtis Armstrong
Senaryo Richard Kelly
Yapımcılar Bo Hyde, Sean McKittrick, Kendall Morgan, Matthew Rhodes
Görüntü Yönetmeni Steven B. Poster
Prodüksiyon Tasarımı Alec Hammond
Kostüm Tasarımı April Ferry
Kurgu Sam Bauer
Özgün Müzik Moby
Türkiye Dağıtımı Bir Film
Gösterim Tarihi 04 Nisan 2008

KIYAMET ÖYKÜLERİ

Ve dünya böyle yok olacak
Ve dünya böyle yok olacak
Ve dünya böyle yok olacak
Büyük bir patlamayla değil, inleye inleye
--T.S. Eliot

“T.S Eliot’un 1925 tarihli şiiri “The Hollow Men”, “Kıyamet Öyküleri”ndeki hicivli etkiye uyarlanmıştır; “Kıyamet Öyküleri” Los Angeles’ta gerçekleşmesi beklenen mahşer üzerine bir komedidir. Bu konuda bana güvenin…Eğer ki son gerçekten yaklaşıyorsa (ki köktendinci Hıristiyanların %59’u buna inanmakta), bu önce Los Angeles’ta gerçekleşecektir.” Richard KELLY

Yönetmen Hakkında

Richard Kelly 2001 yapımı filmi Donnie Darko ile Altın Palmiye de dahil olmak üzere 8 ödül ve 8 adaylık kazanıp dünya çapında seyircinin de büyük ilgisini kazanarak yaklaşık 4 milyon dolarlık bütçe başarısını kazanmasının ardından 2006 Cannes Film Festivali resmi seçkisi olan 2. uzun metrajlı filmi Kıyamet Öyküleri’ni yazmış ve yönetmiştir. Kendi prodüksiyon şirketi Darko Entertainment’ı kuran Kelly, 2008 tarihli filmi The Box üzerine çalışmaktadır.

Konu:

2008’de Los Angeles’ı sosyal, ekonomik ve çevresel felaketlerle kuşanmış gelecekçi bir görünümde kurgulanmıştır. Büyük çaptaki 4 Temmuz kutlamaları ile son bulacak 3 günlük bir periyoda yayılan epik bir hikaye…

Komedi, dram, distopi, bilim kurgu ve müziğin ihtiraslı bir karışımı olan bu hikayede Kaliforniya, dünyanın yok oluşunu getirecek olan politik ve çevresel felaketin merkez üssü halindedir ve 2008’in Los Angeles’ı gelecekçi bir görünümde kurgulanmıştır.

2005 yılında Texas’ın yarısının ortadan kaybolmasına neden olan nükleer saldırının 3 yıl sonrasında Amerika, hükümetin insanların hayatlarının her bir kısmı üzerinde kontrol sağladığı (onların yararı için!) sanal bir polis devlet halin gelmiştir. Bu arada Alman bir firma deniz suyundan enerji sağlamanın bir formülünü bulur fakat hem halk hem de özel girişimler, projen benzin stoklarını tüketmiş olan Amerika’ya tanıtılmasını engellemekte başarısızdırlar.

Karşılarındaki tek güç ise Batı Yakası’nı mesken tutmuş ve federal hükümeti ortadan kaldırmaya karalı Marxist bir yer altı gruptur. Tüm bu kaotik yapının ortasında temelde üç karakter üzerinden giden bir hikaye devam eder; Boxer Santaros (Dwayne Johnson) geçirdiği hafıza kaybı ile boğuşmakta olan bir film yıldızıdır. Yeni film projesine finansal destek ararken senaryosundaki olaylar bir bir gerçekleşmeye başlar. Güzel porno film yıldızı Krysta Now (Sarah Michelle Gellar) TV’de kendi reality show programını yayınlatmaya çalışır. Bu program ile “bilge” yönünü açığa vuracak olan Kyrsta programında politik, kültürel konuların yanı sıra ergenlikte cinselliği de ele almaktadır. Bu arada evli olduğunu çoktan unutmuş olan Sandaros ile yolları kesişir ve aşk yaşamaya başlarlar. Roland Taverner rolündeki Seann William Scott da büyük bir komplonun şifrelerini elinde tutan, kişiliği ikiye bölünmüş ve diğer yarısının izini süren bir polis memurunu canlandırmaktadır.

“Bu, dünyanın sonuna dair bir komedidir” (Richard KELLY)

Seyirciler en çok “Indiana Jones”u bekliyor

Fandango dergisinin internet sitesinde düzenlenen ankette izleyiciye 2008 yaz aylarında en çok hangi filmleri görmek istedikleri soruldu. 13 – 30 Mart tarihleri arasında düzenlenen anketten yüzde 82’lik oranla “Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull” açık ara birinci çıktı. Indiana Jones’un kinci sırada yer alan yeni Batman macerası “The Dark Knight”a iki kat fark attığı görüldü.

Fandango anketinde ilk 10’a giren filmler şöyle sıralanıyor:

2008’İN EN ÇOK MERAKLA BEKLENEN YAZ FİLMLERİ

1. Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull (% 82)
2. The Dark Knight (% 42)
3. Iron Man (% 38)
4. The Chronicles of Narnia: Prince Caspian (% 37)
5. The Mummy: Tomb of the Dragon Emperor (% 30)
6. Get Smart (% 29)
7. The Incredible Hulk (% 22)
8. The Untitled X-Files Sequel (% 20)
9. Speed Racer (% 19)
10. Sex and the City (% 19)

Cennet filminin çekimleri sona erdi

“Araf”ın yönetmeni Biray Dalkıran’ın yönettiği “Cennet” filminin çekimleri sona erdi.

Tür: Psikolojik, Dram
Yapım: d.f.g.s. Yapım
Dağıtım: 35 Milim Filmcilik
Yönetmen-Yapımcı: Biray Dalkıran
Görüntü Yönetmeni: Aşkın Sağıroğlu
Senaryo: Burak Sesli
Oyuncu Seçimi: Mandalina Casting
Gösterim Tarihi: 11 Nisan 2008

Oyuncular
Engin Altan Düzyatan
Zeynep Papuçcuoğlu
Fahriye Evcen
Şendoğan Öksüz
Aytaç Ağırlar
Tülay Bekret
Cüneyt Sayıl
ve
Mehmet Birkiye

Görsel efektleri İngiltere ve Türkiye ortak yapımı olan, Kültür Bakanlığı tarafından da desteklenen film, drama ve komedinin harmanlandığı gelecek yılın en önemli projelerinden birisi olmaya aday nitelikte.

Yönetmenliğini ve yapımcılığını Biray Dalkıran’ın yaptığı filmin oyuncu seçimlerini Mandalina Casting yaparken, cast direktörlüğünü de Mandalina Casting’in yöneticileri Canda Karikutal ve Temmuz Karikutal üstlendi. Engin Altan Düzyatan, Zeynep Papuçcuoğlu, Yaprak Dökümü dizisinde Necla karakteri ile tanıdığımız Fahriye Evcen, Şendoğan Öksüz ve Mehmet Birkiye’nin başrollerini paylaştığı filmde, Aytaç Ağırlar, Tülay Bekret, Cüneyt Sayıl gibi isimlerde filmde rol alan diğer önemli oyunculardan oldu.

27 çekim gününde tamamlanan filmin yüzde 80’ini doğa harikası olan Şile’nin en güzel yerlerinde, geri kalan cennet ve uçma planları için ise platolarda 5 günde tamamlandı. Günde 18 saat süren çekimlerin plato aşamalarında bir ilk gerçekleşti ve uçma sahnelerinin inandırıcı olması için ilk defa 4 düzenek aynı anda kuruldu. Bu Harry Potter filminde kurulan düzenekle aynıydı.

Bunun dışında filmin genelinde 20 dakikadan fazla bulunan hayal ve cennet sahneleri için Türkiye’den ve İngiltere’den bir özel efekt ordusu, çekimlerde yönetmen Biray Dalkıran’la koordineli olarak çalıştı.

İngiltere’den gelen özel efekt grubu Türkiye’de bu kadar kapsamlı bir projenin olması ve bu kadar profesyonel bir ekibi bulmuş olmasına şaşırdığını ve yönetmen Biray Dalkıran’dan da etkilendiğini bildirdiler.

Yoğun ve zorlu çekimler süresince aksiliklerde ekibin peşini bırakmadı. Yönetmen Biray Dalkıran’ın aracı Şile yolunda ki kazada ağır hasar alarak kullanılamaz hale geldi. Filmin başrol oyuncularından Engin Altan Düzyatan çekimler sırasında başından yaralandı. Şile Devlet Hastanesi’nde kafatası röntgeni çekilen Düzyatan’ın durumunun iyi olduğu söylendi. Diğer başrol oyuncusu Zeynep Papuçcuoğlu çenesine aldığı darbe sonucu hastaneye kaldırıldı. Tüm bu yoğun ve zorlu günler sonucunda çekimlere 2 gün ara vermek zorunda kaldıklarını söyleyen Biray Dalkıran “Yaşanan tüm uğursuzluklara rağmen bu film hepimizin uğuru olacak” dedi.

HİKAYE

“Onun adı A, Can değil sadece A…”

Can 29 yaşında Atipik psikoz ve düşük zekasına rağmen büyük hayal gücüne sahip bir adam. Yaygın tanımıyla geri zekalı …

7 yaşında annesi öldüğünde yaşadığı travma sonucu annesinin hayaliyle yaşamaya başlamış ve annesi dışında kimseyle iletişime giremediği bir çocukluk geçirmiş. Bu yüzden kendine ait bir cennet yaratmış. Ve bir gün cennetinde tek başına değil güzel bir kızında ona eşlik ettiğini fark eder.

Bu hikaye, kendi kurduğu cennetinden çıkarılıp yalancı bir cennette, akıllı bir yetişkin olabilme şansı verilmiş bir çocuğun hikayesi…

… Ya da bu masal ile gerçeğin hikayesi…

Anestezi Filmi Yapım Hakkında

YAPIM HAKKINDA

Senaryo yazarı ve yönetmen Joby Harold, böbrek taşı nedeniyle kıvrandığı altı saat boyunca, çektiği acıdan artık sıkılarak zihninde çocukluğuna, ailesine dönmeye çalıştığını hatırlıyor. “Benim için değerli olan her şeyi düşünmeye çalışıyordum. İşte tam o sırada, aklıma bir fikir geldi” diyor.

“Anestezi farkındalığı” denen korkunç bir deneyim yaşamak zorunda kalan genç bir adamın hikayesini anlatan ANESTEZİ, böyle doğar. İlaçların etkisi ile paralize olmuş durumdayken konuşulan her şeyi duyabilen ve çoğu zaman da, ameliyat acısını hisseden hastaların yaşadığı olayı konu alan film, yönetmen Harold’ın ilk yönetmenlik dneeyimi.

Harold, “Birçok gerilim filminde, izleyici pasif konumdadır.” diyor. “ANESTEZİ’de amacımız, filmin kahramanı bu inanılmaz ve korkunç olayı yaşarken, izleyicileri de kahramanın zihninin içine taşıyabilmek.”

“Örneğin, çoğu gerilim filminde, izleyici karakterin bir koridorda yürüdüğüne tanık olur ve biliyordur ki o koridorun sonunda kötü adam vardır, tehlike yakındır. Bizim filmimizde ise ben, Clay’in yaşadığı deneyimi alıp izleyicilerin zihninin içine yerleştirebilmeyi umuyorum. Clay’in yaşadıklarını an ve an yaşamalarını, hissetmelerini istiyorum.” diyor.

Adı birçok kez “dünyanın en güzel kadını” olarak geçen, yakın zamanda The Eye’da izlediğimiz Jessica Alba ise, filmdeki karakteri Sam’i canlandırmış olmaktan çok memnun: “Her nedense, bana bugüne kadar hep büyük bütçeli filmlerden teklif gledi. Film ve bütçe büyüdükçe, kendinde hikayeye yön verme hakkı gören insanların sayısı da artıyor. Film büyüdükçe, karakterler de bir o kadar bulanıklaşabiliyor. ANESTEZİ’de ise, sonunda gerçek bir karakteri canladırmış olmanın rahatlığını yaşadım. Gerçek seçimler yapmak zorunda kalan, daha karçaşık motivasyonları olan bir karakter...” diyor.

Terrence Howard ise, filmin en etkileyici yanını şöyle açıklıyor: “Bence ameliyat olmak ve anestezi, birçok insanda büyük endişe yaratan bir şey. Anestezinin nasıl etki göstereceği ve insanın bütün ameliyatı hiçbir şey hissetmeden geçireceğini düşünmek çok ilginç ve huzursuz edici bir şey aslında. İnsanların bu belirsizliği bizzat yaşamaları, ANESTEZİ’nin bu kadar etkili bir gerilim olmasında büyük etken.”

Anestezi Filminin Konusu

Görünürde, Clayton Beresford, Jr’ın (Hayden Christensen) hayatı dört dörtlüktür. Ona tapan bir annesi (Lena Olin), Samantha Lockwood (Jessica Alba) adında harika bir nişanlısı, başarılı bir kariyeri ve hekesin hayallerini süsleyecek kadar büyük bir servete sahiptir. Buna rağmen, Clay’in hayatı mükemmel değildir: Sam ile olan ilişkisini gizli tutuyordur çünkü Sam, kimi zaman küstah da olabilen annesi Lilith’in yanında çalışıyordur. Bunun da ötesinde Clay, kalp rahatsızlığı nedeniyle geçireceği nakil için uygun bir kalp beklemektedir.

Jack Harper (Terrence Howard) ise Clay’in arkadaşı ve kardiyolojistidir. Clay’in geçirdiği ilk kalp rahatsızlığında ona müdehale eden de Jack’tir. İki genç adamın dostluğu böyle başlamıştır ve Jack, Clay’in özel isteği ile aynı zamanda kalp naklini gerçekleştirecek olan cerrahtır. Nadir kan grubu nedeniyle uygun kalbin bulunması gecikirken, Clay’in hayattan tek beklentisi vardır: Annesine gerçekleri anlatıp, çok sevdiği nişanlısı Sam’i daha fazla üzmeden onunla evlenebilmek.

Çok geçmeden Sam’in de ısrarlarıyla, Clay annesine gerçekleri anlatır ve tahmin ettiği gibi annesinin büyük tepkisi ile karşılaşır. Lilith’in Sam veya kendisi arasında seçim için rest çektiği Clay, hemen o gece Jack’in sağdıçlıklarını yaptığı ayaküstü bir törenle Sam’le evlenir. Nikahtan hemen sonra, Clay’in çağrı cihazına bir mesaj gelir: Aranılan kalp sonunda bulunmuştur.

Yeni evli çift hemen hastaneye koşar. Burada Jack, onları ameliyatı birlikte gerçekleştireceği meslektaşları Dr. Putnam (Fisher Stevens) ve Hemşire Carver (Georgina Chapman) ile tanıştırır.

Ameliyatın gerçekleşeceğini haber alan Lilith de hastaneye koşar ve daha önce de defalarca tekrarladığı gibi ameliyatı kendi arkadaşı, ünlü cerrah Dr. Neyer’ın (Arliss Howard) gerçekleştirmesi için ısrar eder. Ancak Clay kararlıdır. Jack onun arkadaşıdır, iyi bir doktor olduğuna da inancı tamdır. Clay ameliyata hazırlanırken, Sam de Clay’i rahatlatmaya çalışıyordur.

Son anda ameliyata katılamayacağı belli olan anestezi uzmanının yerine, acil olarak çağırılan Dr. Larry Lupin, hastaneye biraz gecikme ve nefesinde alkol kokusu ile vardığında, ekipte onu ameliyata dahil edip etmeme konusunda küçük bir tedirginlik yaşanır ancak sorun olmayacağında hemfikir olurlar.

Clay ameliyata alınır ve Dr. Lupin sorunsuz bir biçimde hastaya anestezi uygular. Ancak Clay fark eder ki, anestezinin etkisini göstermiş olması gerektiği bir süre sonra hala doktorların konuşmalarını duyabiliyordur. Hazırlıklar tamamlanıp ameliyata geçilmek üzereyken, Clay Jack’in neşter tutan elini göğsüne koyduğunu da hisseder ve anlar ki, bu onun için kabustan da beter bir deneyim olacaktır.

Clay’in başına gelen, tıp dünyasında “anestezi farkındalığı” adı verilen bir durumdur ve hasta, etrafında olup biten her şeyi duyabiliyor ve hissedebiliyordur ancak konuşamıyor veya hareket edemiyordur.

Jack ve ekibinin, bedeni üzerinde yaptığı her şeyi tüm acısıyla beraber hisseden Clay, kendini bir kabus gördüğüne inandırır. Zihninde geçen bir takım konuşmaların yanısıra, ameliyat odasından da sesler duymaya devam ediyordur ve çok geçmeden anlar ki, aslında kimse göründüğü gibi değildir. Aslında o ameliyat masasından hiç kalkamayacaktır.

Anestezi Film Kadrosu

AWAKE / ANESTEZİ FİLM KADROSU

UYARI: Bu film, “anestezi farkındalığı” adı verilen gerçek bir olayı konu almaktadır. Genel cerrahi müdehale veya anestezi uygulanacak hastaların izlememesi tavsiye edilir.

OYUNCULAR

Hayden Christensen Clayton Beresford
Jessica Alba Sam Lockwood
Lena Olin Lilith Beresford
Terrence Howard Dr. Jack Harper
Christopher McDonald Dr. Larry Lupin
Fisher Stevens Dr. Puttnam
Georgina Chapman Penny Carver
Denis O'Hare Financial News Analyst
Sam Robards Clayton Beresford Sr.
Arliss Howard Dr. Jonathan Neyer

EKİP

Yazan ve Yöneten Joby Harold
Yapımcılar Joana Vicente
Jason Kilot
John Penotti
Fisher Stevens
İdari Yapımcılar Tim Williams
Bob Weinstein
Harvey Weinstein
Ortak Yapımcılar Tory Tunnell
Amy Kaufman
Müzik Samuel Sim
Görüntü Yönetmeni Russell Carpenter
Kurgu Craig McKay
Kasting Avy Kaufman
Yapım Tasarımı Dina Goldman
Sanat Yönetimi Ben Barraud
Kostüm Tasarımı Cynthia Flynt

Anestezi Bilmecesi

21 Mart’ta gösterime giren Anestezi adlı film, yalnızca tıp dünyasının bildiği bir gerçeği gözler önüne seriyor: Ameliyat sırasında, anestezinin etki göstermemesi mümkün!

Yakın zamanda ameliyat olacak kişilerin izlememesi tavsiye edilen film, “anestezi farkındalığı” adı verilen bir durumu konu alıyor. Buna göre anestezi uygulanan yaklaşık her 1000 hastadan 1’i, uykuya dalmayabiliyor. Bu hastaların bir kısmı bütün ameliyatı, bütün acıyı da hissederek uyanık olarak geçirmek zorunda kalıyorlar. Verilen kas gevşeticiler nedeniyle, herhangi bir tepki gösteremedikleri için de kimseyi bu durumdan haberdar edemiyorlar.

Filmde, açık kalp ameliyatı geçirecek olan genç işadamı Clay’in başına gelen bu korkunç durum, doktorlara göre nadiren de olsa rastlanan bir durum.

Tıbbi yazıları ile tanınan yazar Sandra Blakeslee, New York Times’da yayınlanan yazısında şöyle diyor: “Anestezi, en etkili ve aynı zamanda en anlaşılmaz tıbbi müdehalelerdendir. Bilinç açıklığı nasıl hala gizemini koruyorsa, bilinci kapamak konusu da halen bilinmeyenlerle dolu.”

Anestezi uzmanları, hasta üzerinde istenilen etkiyi yaratmak için yaklaşık 15 farklı ilaçtan oluşan bir karışım uyguluyor. “Acıyı bloke etmek için farklı, anksiyete ve amnezinin önüne geçmek için farklı ilaç türleri karıştırılırken, vücudu paralize etmek için kas gevşeticiler; bilinci kapamak için de volatil gazlar verilir. Bu ilaç karışımları, her hastanın ihtiyacına göre özel olarak hazırlanır.” diyor Blakeslee.

Doktorlar, “anestezi farkındalığı” yaşayan her hastanın acı hissetmeyeceğini, bazılarının sadece ameliyat sırasındaki konuşmaları duyabileceğini belirtirken; bizzat bu korkuç deneyimi yaşayan hastalar, resmi istatistiklerin gerçeği yansıtmadığı görüşünde.

“Anestezi Farkındalığı Kampanyası”nın öncüsü ve başkanı olan Carol Weihrer, Amerika Birleşik Devletleri’nde her gün 100 ile 200 arasında vaka yaşandığını, ki gerçek sayının rapor edilen bu rakamdan çok daha yüksek olabileceğini belirtiyor.

Bu kabusu, 1998’de geçirdiği göz ameliyatı sırasında bizzat yaşayan Weihrer; yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Sağ gözüm ameliyat ile alınacaktı. Birçok ilaç verildi ancak anestezi etkili olmadı. Onun yerine, bol bol paralitik verdikleri için hereket edemiyor, hiçbir şekilde iletişim kuramıyordum ama olan bitenin tamamen farkındaydım.”

“Paralitik verildiğinde, ne yaparsanız yapın hareket etmeyen bir bedenin içine hapsolmuş gibisiniz. Bağıramıyorsunuz, kılınızı bile kıpırdatamıyorsunuz. İçimde, avazım çıktığı kadar bağırıyordum ama sesim çıkmıyordu ve gerçekten, ölüyorum sandım.” diyen Weihrer, kendisi gibi mağdurların birçoğu gibi geçirdiği travma sonrası stres teşhisiyle tedavi görüyor.

“24 Ocak 1998’den beri, bir gece bile yatakta uyuyamadım.” diyor Weihrer: “Yatağa yatamıyorum. Ani ve aşırı tepkiler veriyorum. Kalabalık içinde kalamıyorum. Gürültülü yerlerde duramıyorum. Kaburlar görüyorum. Panik atak başladı, uyku bozukluğu yaşıyorum. En fazla 1 saat 15 dakika aralıksız uyuyabiliyorum.”

Doktorlar, kimi durumlarda “anestezi farkındalığı” riskinin arttığına dikkat çekiyor: Bunların arasında, çok kan kaybı olan veya acil ameliyata alınan hastalar bulunuyor. Kan basıncı ve nabzı düşen hastalara, vücutları normal dozda anesteziyi kaldırmayacağı için daha hafif dozda bir karışım uygulanabiliyor.

Hastaların, ameliyat olmadan önce bu konuda doktorlarından bilgi alması, riskli ameliyatlarda beyin faaliyetlerini takip eden BIS monitörlerinin kullanılmasını talep etmesi ve ilaç/uyuşturucu kullanımları konusunda doktorlarına doğru bilgi vermeleri tavsiye ediliyor.

PARIS HILTON KİMDİR?

Sosyete mensubu, şarkıcı, oyuncu ve girişimci Paris Hilton, dünya çapında marka isim haline geldi.

Başrolünde kamera karşısına geçerken yapımcılığına üstlendiği “The Hottie and the Nottie”de oynamadan önce Warner Bros. yapımı “The House of Wax” adlı gerilim filminin başrolünde oynamıştı. Yapımcılığını Joel Silver’in gerçekleştirdiği o filmdeki rol arkadaşı Chad Michael Murray’dı. Güzel oyuncunun oynadığı diğer filmler arasında “Raising Helen”, “Zoolander”, “The Cat in the Hat” ve “Wonderland” gibi yapımlar yer alıyor.

Aynı zamanda Amerikan televizyonlarında da boy gösteren Paris Hilton, Fox kanalında yayınlanan “The Simple Life” adlı reality dizisinde yer aldı. Oynadığı diğer televizyon filmleri arasında “The O.C.”, “Las Vegas”, “Veronica Mars” ve “The George Lopez Show” gibi yapımlar var.

Paris Hilton’un sahibi olduğu spor giyim şirketi, geçtiğimiz yılın Nisan ayında Los Angeles’ta düzenlenen ve ABD’nin her yerinden gelen alışveriş merkezi satın alma görevlilerini buluşturan Directives West adlı moda şovu sırasında gün ışığına çıktı. Blujean kıyafetler, spor giyim ve dış giyim gibi parçaları içeren koleksiyonun mağazalardaki satışına 2007 Ağustos ayındaki Back-to-School sezonunda başlandı.

Paris Hilton’un kariyeri heyecan verici ve iddialı projelerle gelişmeye devam ediyor. 2006 Ağustos ayında kendi adını taşıyan ilk müzik albümü Warner Bros. Records etiketiyle tüm dünyada yayınlandı. Prodüktörlüğünü Scott Storch’un yaptığı albümün “Stars Are Blind” adını taşıyan ilk single’ı, radyolarda çalınmaya başlamasıyla birlikte büyük olay yarattı.

Aynı zamanda kitap da yazan Paris Hilton’un “Confessions of an Heiress” adlı ilk kitabı Simon & Shuster yayınevi tarafından 2004 Eylülünde piyasaya çıkarıldıktan hemen sonra New York Times Best Seller listelerine girdi. Yayınlanan ikinci kitabı ise “Confess It All to Me” adını taşıyordu.

Kendi adını taşıyan üçüncü parfümü, 2006 Ekim ayında Paris Hilton markasıyla kozmetik mağazalarındaki yerini aldı.

Ailesi, arkadaşları ve evcil hayvanlarıyla beraber olmaktan büyük keyif alan Paris Hilton, çeşitli hayvan koruma derneklerinde ve bağış organizasyonlarında aktif olarak görev alıyor.

The Hottie & The Nottie Filmin Finansmanı ve Prodüksiyonu

Bağımsız film yapmanın en büyük zorluğu, aynı anda birbirine uyum sağlayacak parçaları bulup bir araya getirebilmektir. Yönetmenimizi ve Paris Hilton’u bulunca gerisi kendiliğinden yerine oturdu. Hem de tatlı dille ve güler yüzle…

Elimizde fon olduğu halde filmin bütçesinin çok kabarmaması için kaynak ve zaman kullanımı konusunda yaratıcı olmak zorundaydık. Dünyanın en çok fotoğraflanan insanıyla (Paris Hilton) birlikte Los Angeles’ta 21 günlük hızlı bir çekim süreci oldu. Paparazzi işgalini önlemek için ekstra güvenlik oluşturduk. Buna rağmen Paris Hilton’un çalıştığı her gün, setimizin çevresini yüzlerce paparazzinin kameralar ordusu kuşattı.

Aslında Venice adlı gece kulübünde çekim yaparken paparazziler bizim için eğlence kaynağı bile oldular. Prodüksiyonun beyaz SUV’larından (arazi aracı) birisinin harekete geçtiği sırada otoparkın karşı tarafındaki caddede pusuya yatmış olan paparazziler vardı. Aniden park etmiş arabaların üzerinden atlaya atlaya geldiler ve güvenliği delerek kaldırımdaki Paris Hilton’un önüne kadar ulaştılar. Ancak çekim yapmak için kameralarını çalıştırmaya başladıklarında arabada Paris’in dublörünün olduğunu görünce hep birlikte homurdandılar.

Paparazzi ordusunun yanısıra Los Angeles’taki hava koşulları da bize sıkıntı yarattı. Bu kentte her zaman bol güneşli bir iklim vardır ve olumsuz bir faktör olarak değerlendirilmez. Ancak zavallı Paris Hilton rekor derecede dondurucu Ocak soğuğunda kendisini küçücük beyaz bir bikini içinde bulunca neye uğradığını şaşırdı. O bikiniyle dolaşırken çekim ekipleri paltoları ve eldivenleriyle çalışıyordu.

Nate’in soğuk iklimdeki eviyle ilgili çekimleri Los Angeles’ın Maine kesiminde yaparken doğa anne bir kere daha azizliğini yaptı. O gün Los Angeles’taki hava sıcaklığı 32 dereceden fazlaydı. Bu defa da çekim ekipleri tişörtleri ve şortlarıyla koştururken aktörler yünlü kıyafetleri içinde terden sırılsıklam oldu.

Bu filmde oyuncu kadrosu ve teknik ekiplerin hepsi inanılmaz sıkı çalıştı. Kaybedilen aşkı hiç beklenmedik bir yerde bulmayı anlatan böyle sevimli bir komediyi yaptıkları için onları kutluyorum.

The Hottie & The Nottie Oyuncu Seçimleri

“Hottie”yi oynayacak oyuncu için Paris Hilton (“Cristabel”) en doğal tercihti. Adeta kişiliğine yapışıp kalan “Sıcak Güzel” tanımlamasıyla medyada daima dış görünümüyle değerlendirilmiş bir oyuncuydu. Paris Hilton’un aslında neye benzediği konusunda herkesin kendince bir düşüncesi vardı. Filmdeki Cristabel karakteriyle ilgili olarak Nate’in yaptığı hatanın aynısını tüm toplum yapıyordu. Bu nedenlerle filmin başrolü için Paris Hilton kesinlikle en doğal tercihti.
Asıl zorluk ise “Nate” ve “June” karakterlerini dolduracak iki oyuncunun bulunmasıydı. Bu iki rol için çok sayıda yetenekli erkek ve kadın oyuncuyla prova yaptık. Karşımıza Joel David Moore çıktığı anda aradığımız Nate’i bulduğumuzu anladık. Arzu ettiğimiz “sıradan erkek” havasına sahipti.

Bu da, sevdiği kızı alması konusunda izleyicinin gönlünün onunla beraber olmasına yol açacaktı. Joel’in kişiliğinde var olan espri yeteneği, kıvrak zeka, kararlılık ve çekicilik kombinasyonu, onu Nate rolü için mükemmel kılıyordu.

Sıra “Nottie”yi bulmaya geldiğinde çok sayıda güzel ve yetenekli kadın oyuncuyla prova yaptık. Christine Lakin ile prova yaparken June karakterine öylesine çocuksu bir kırılganlık verdi ki, bu yönüyle hem casting yönetmenlerini, hem de yönetmenimiz Tom Putnam’ı büyüledi.

Christine Lakin’in üstlendiği June karakterinin en zor kısmı hiç kuşkusuz çirkin görünümüydü. Makyaj sanatçısı Randy Westgate ve Saç Stilisti Dugg Kirkpatrick, çeşitli protez diş, et beni ve kıl parçaları aracılığıyla Christine’i “Nottie”ye dönüştürdüler. Güzel bacaklarına kıllar eklendi, enfeksiyon kapmış bir ayak tırnağı yapıştırıldı. Bunların hepsi o kadar gerçekçi şekilde yapıldı ki, filmin oyuncu kadrosu ve teknik ekipleri, Christine’in o halini görünce fiziksel tepki vermekten geri kalamadılar.

Nate’in June için bulmaya çalıştığı erkek arkadaş karakteri için ise, kadınlar açısından “mükemmel erkeği” temsil etmesiyle Nate’i bile endişelendirecek kadar ideal bir erkek bulmamız gerekiyordu. Bu rol için bol kaslı ve sportif görünümlü bir oyuncu hiç düşünmedik. Karakterin ismi başlangıçta Brad’dı ama Johann Urb ile karşılaştığımızda bu rol için o kadar uygundu ki, karakter ile aktör arasındaki ince çizginin nereden geçtiğini bile fark edemez hale gelmiştik. Bunun üzerine yönetmenimiz Tom Putnam, Brad karakterinin isminin Johann şeklinde değiştirilmesinin iyi olacağını düşündü.

Johann Urb film için kendi şarkısını bile yazdı. İlk düşüncemize göre, coffee shop’ta söylenen şarkı, “Wildfire” olacaktı. İzleyicimiz için belki çok eski bir şarkıydı. Johann kendi yazdığı şarkıyı dinlememiz için bizi davet ettiğinde, June ile Johann arasında çiçeklenen ilişkiyi yansıtacak en doğru şarkının “Someday” olduğunun farkına vardık.