Kristen Stewart - Twilight Söyleşisi



“Twilight – Alacakaranlık”ın starı Kristen Stewart, Los Angeles’ta yapılan söyleşide kitabın sıkı hayranlarını, oynadığı karaktere nasıl yaklaştığını, Bella karakterinin giysilerini nasıl değiştirdiğini, “Twilight”ın doğaüstü öyküsünde doğal kalmayı nasıl başardığını anlattı.

“Twilight”ta harika bir sahne var. Portresini çizdiğiniz Bella karakterinin vampirlerden kaçarak hayatını kurtarmaya çalıştığı sahneden söz ediyorum. Bella’nın arkadaşları mutludur ama o üzgündür. Bu filmde böylesine doğal bir karakteri yapılandırmak zor oldu mu? Yoksa özel efektler ve doğaüstü materyal ile yüklü böyle bir filmde biraz kafa dinleme fırsatı olarak mı gördünüz?

Kristen Stewart: Eğlenceliydi. Filmi yaparken özel efekt dolu bir film olduğunu hiç hissetmedik diyebilirim. Çevremizde efektler hiç yoktu, herşey kamera önünde olup bitti. Açıkçası bana karakter ağırlıklı film duygusunu fazlasıyla verdi. Hatta kendimi sanki küçük bütçeli bağımsız bir filmde çalışır gibi hissettim. Tek farkı, monitörün arkasında oturup fikir veren kalabalık kamera arkası gruplarıydı. Çok gerçek bir dünya gibi hissettim. Aradaki tek küçük detay, Edward’ın bir vampir olmasıydı. Dolayısıyla filmdeki ilişki modeli de gündelik hayatta her an rastlanabilecek ilişkileri temsil eden nitelikte oldu. Sadece o ilişkilerin hayli ekstrem bir versiyonuydu, o kadar. Bu nedenle kökenlerini gerçekçilik temelinden alıyordu.

Filmin yönetmeni Catherine Hardwicke ile konuştuğumda Bella karakterinin dağılan bir aileden geldiğini, sonra Cullen ailesiyle tanıştığını, geleneksel aile modelinde olmadıkları halde birbirine bağlı bir aile olduğunu, Bella’ya cazip gelen yönün bu bağlılık olduğunu söylemişti. Cullen ailesini oynayan aktörlerden böyle bir enerjiyi film setinde alabildiniz mi?

Evet, kesinlikle… Cullen ailesi tam bir ailedir. Filmde Cullen ailesiyle ilk tanıştığımızda ailenin babasına bakıp, kendi kendinize ‘Babaları bu mu?’ diye sorarsınız. Çok genç bir adamdır, anne de öyledir. Şurası bir gerçek ki, insanların hepsi istediği gibi bir aile ortamına doğmaz. Bazen yabancıları kendi ailesi gibi hisseder. Bella karakteri de kendi anne ve babasını sevdiği halde onlarla değil, daha gizemli olan Cullen ailesiyle yaşamak ister.

O sahneleri çekerken Cullen ailesini oynayan aktörlerle istenen bağlantıyı kurabildiniz mi?

Evet! Çok çok uzun zamandan beri hep beraber yaşayan bir ailenin portresini başarıyla çizdiler. Bildiğiniz gibi aileler her zaman sürekli birlikte olmayı pek istemezler. Oysa Cullen ailesi her zaman birlikte olmayı seçmiş bir ailedir. Böyle bir tercih yaptıkları için farklıdırlar. Cullen ailesinin bireylerini oynayanlar işte bu durumun portresini çizdiler. Bence daima birlikte yaşama isteği takdir edilmesi gereken birşeydir. Ben de böyle bir birlikteliğin parçası olmak istedim.

Film yapımının en kötü parçasının bu uçsuz bucaksız söyleşiler zinciri olduğunu hayal edebiliyorum. Haklı mıyım?

Evet.

Film yapımının en iyi yanı neydi peki?

Projenin başlangıcında herşey ürkütücü gibiydi. Filme başladığımız günlerde ben hariç herkes sanki bayram kutlaması yapar gibiydi. Çünkü, “Oooh, büyük bir film! Sağlam ve oturmuş hayran kitlesi var! Herşey harika!” diye düşünüyorlardı. Ancak filme henüz başlamadığımız için bizi bekleyen zor bir iş vardı. Bir filmin yapım sürecinin tam ortasında inanılmaz stresli olurum. Bitirdiğim zaman ise “İşte bu kadar, yaptım!” diyerek rahatlarım. Çünkü artık bitmiştir ve daha fazla stres yapmama gerek yoktur.

Belki aptalca bir soru olacak ama sormak istiyorum. Okul laboratuvarında geçen sahnede yeşil renkli bir bowling gömleği giymişsiniz. Harika görünüyor. O gömleği seçerken elinizde herhangi bir veri var mıydı? Yoksa gardrobunuzdan elinize geçen herhangi bir gömleği mi aldınız?

Belli bir sebebi yoktu. Bella’nın giydiği kıyafetleri kendi günlük hayatımda giymem. Aslında Bella karakteri için yapmak istediğimiz şey, onu çok özel kılmamak şeklindeydi. Bella çok normal bir kızdır ve diğer okul arkadaşlarıyla her anlamda uyumludur. Ancak onun kişiliğinde çok özel birşeyler vardır. Kendine özgü kişilik yapısını bazı açılardan kıyafetlerine de yansıtır. O gömleğe gelince, aslında kırmızı düşünülmüştü ama yeşil olmasına karar verdim. Çünkü “Bu filmde kan kırmızı gömlek belki hiç olmamalı” diye düşündüm.

Filmde hemen hemen hiç kırmızı yok. Gerçekten kontrollü bir renk paleti var gibi…

Yönetmenin kararıydı. Bunu yönetmenimiz Catherine’e (Hardwicke) sormalısınız.


Catherine ile çalışmaktan neler öğrendiniz? Onun tarzında zekice bulduğunuz unsurlar var mıydı? Film setinde çalışma tarzıyla ilgili olarak neler gördünüz?


Catherine’in büyük yardımını gördüm. Örneğin en karmaşık, en yoğun gibi gözüken bazı temel fikirleri ifade etmenin en iyi yönteminin sadelikten geçtiğini öğrendim. Bazen senaryoyu okurken karşımıza öyle karmaşık fikirler çıkar ki, “Bunu nasıl başaracağım?” dediğimiz anlar olur. Catherine’in çocuksu diyebileceğim bir bilgeliği vardı. Aşırı karmaşık yapmak gibi bir derdi yok gibiydi. Karmaşık filmleri daha önceden zaten yapmış olduğu için artık temellere inebiliyor, neyin önemli olduğunu anlayabiliyordu.

Karşımızda öyle bir film var ki, yönetmeni kadın, senaryo yazarı kadın ve filme temel olan kitabın yazarı da kadın… Ben bunu çok ilginç buldum. Siz de bu projede çalışırken üç kadın elinden çıkmış olması duygusunu hissettiniz mi?

Aslında bu farkında olduğum bir şey değildi. Çekimler sırasında “Wow, kadınların gücü adına” gibi bir duyguya kapılmadım. Erkekler tarafından kadınlar üzerine o kadar sıradışı ve güzel filmler biliyorum ki…

Bunun en bariz örneği “Panic Room”…

Evet, kesinlikle… Bu nedenle insanları bu şekilde genelleştirmemeli diye düşünüyorum. Eğer bu filmi bir erkek yönetmiş olsaydı nasıl olurdu, orasını da bilemiyorum.

Bu filmin büyüklüğünü (ağırlığını) ne zaman hissettiniz? Ya da hissettiniz mi? Bunu sorarken kitabın hayranlarının yaklaşımını veya filmin potansiyel başarısını kastetmiyorum. Sormak istediğim şu: Filmin hemen her karesinde siz varsınız, anlatıcı sizsiniz, baş karakter yine sizsiniz. İşinizin zorluğunu ve ağırlığını ne zaman hissettiniz?

ComicCon toplantılarında… Daha önce de filmlerde başrol oynadım, filmleri taşıdım. İşimi çok iyi yaptım mı bilemem ama bir filmde baş karakter oynama sorumluluğunu aldım. Tüm sahnelerinde yer aldığım film de oldu, bunun örneği “Speak” adlı filmdir. Onun her karesinde ben vardım. Ancak “Twilight” için sözleşme imzaladığımda bu kadar geniş hayran kitlesi olduğunun farkında değildim. Oldukça geniş ve sadık bir kitle olduğunu biliyordum ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Dolayısıyla onların vizyonunu korumam gerekiyordu. Oynadığım karaktere ve öyküye karşı sorumluluğum büyük boyuttaydı. Diğer yandan bu hayran kitlesine karşı da sorumluluğum vardı. Onların yargıç konumunda olacağını, hata yaparsam çılgına döneceğini biliyordum. Onları çok iyi anlıyorum. Ancak aynı zamanda onlara gösterdiğim özeni kitabın kendisine de göstermem gerekiyordu. Ben de en az onlar kadar kitaba tutkuyla bağlandım. Herşeyi ince eleyip sık dokumak zorundaydım. Ancak bunların hepsine omuz silktim. Ta ki ComicCon toplantısında gerçekler yüzüme çarpıncaya kadar…

Filmdeki başrol arkadaşınız Robert Pattinson ile yaptığım söyleşide internet çağı öncesinde aktör olmak isteyip istemediğimi sormuştum. Sonuçta Sarah Bernhardt veya Laurence Olivier gibi eski starların kendileri hakkında yazılmış blog yazılarını okuduğunu hayal etmek bile zor… Siz de o tipte bir izolasyon ister miydiniz?

Evet, o oyuncular saygın aktörler olarak kabul görüyordu. Bunu söylerken aktörlerinin aşağılandığını kastetmiyorum ama eski dönemin oyuncuları farklı bir uçakta gibiydi. Bence onlar ulaşılamaz konumdaydılar. Sadece oynadıkları karakterler aracılığıyla anlaşılabiliyorlardı. Açıkçası ben öylesini daha çok takdir ediyorum. Bugün ise oyuncular daha kolay mahvediliyor, olayın gizem boyutu kalmıyor. Oysa biz oyuncular da normal insanlarız. Belki filmleri yaparken hiç kimsenin yaşamadığı tipte çılgın deneyimler yaşıyoruz ama bizlerin hayat ve sevgiyle ilgili içsel düşüncelerimizin sorulması için bir sebep göremiyorum. Aynı şekilde sonsuza kadar yaşamak nedir diye de sorulması anlamsız geliyor. Bu konuda ben şöyle düşünüyorum: “Git filmi seyret, bu soruların yanıtlarını kendin bul…”

Sonuçta denize akan bir suyun parçası olmanın neye benzediğini hiç kimse bir su tesisatçısına sormaz…

Kesinlikle öyle…

Gelecekte yapılacak yeni “Twilight” filmlerinde oynamak istemediğinizi söylemiştiniz. Böyle demekle hayranları kızdırmış olabileceğinizi hiç düşündünüz mü?

Evet söyledim. Çünkü tamamen böyle düşünüyorum. Yüzbinlerce genç kızı çılgınlığa sürüklemek benim için kolay olacaktı. “Twilight”a başlamadan önce kitabı hiç okumadığımı söyleyerek özellikle genç kız hayranları kızdırdığımı kabullenmem uzun zaman aldı. Ancak onlar da beni anlamalı… Bu kitaba onlar kadar takıntılı olmadığımı fark etmeliler… Ben kitabı tamamen farklı bir perspektiften okudum ve çekimler sırasında üç ay boyunca yaşadım. Yeni bir “Twilight” için kesin teklif gelmedikçe de ikinci kitaba başlayamam. Ancak onlar bunu anlamak istemiyorlar. “Ne? Kitabı nasıl okumazsın?” diye soruyorlar.

“Twilight”ın ardından “Welcome to the Rileys” adlı bir filmde oynadım. O filmde evinden kaçmış, sokaklarda ruhsal açıdan hasar görmüş bir sokak kızını oynadım. O bir fahişedir, striptizcidir ve çalışan bir kızdır. Bu konuda yazılacak blogları okumak için şimdiden sabırsızlanıyorum. Bence “Twilight” kitaplarının hayranı olan kızlar böyle konulara da ilgi duymalılar… Sokaklarda yaşayan o kızların hepsi tatlı masum küçük kızlar değildir. Hatta tam tersine acımasızdırlar.

O halde “Twilight” ile açılan kapının başarısından faydalanarak daha farklı filmlerde de sizi izlemelerini umuyorsunuz…

Kesinlikle evet… Bu kadar geniş bir hayran grubunu genelleştirmek kolay değildir ama “Twilight”ta sunulan dünyadan daha fazlasını da görmeliler… Eğer bu benim sayemde olursa harika olurdu.

Hiç yorum yok: