Josh Brolin ile söyleşi

Oliver Stone’un çok tartışılacak yeni filmi “W”de George Bush’un portresini çizen Josh Brolin, yakında tarih sayfalarındaki yerini alacak olan ABD Başkanında hem komediye, hem de üzücü yanları bulduğunu söylüyor.

Filmi Oliver Stone’un yönetecek olması nedeniyle George W. Bush’un karikatüre veya mizaha dönüşebileceğinden endişe ettiniz mi?

Herkesteki solcu ve kozmetik bakış açısının benzeri bende de vardı. Herkes gibi ben de bu adamın sürekli yanlış kararlar alan bir salak, bir kukla olduğu düşüncesindeydim. Ancak hayatı boyunca hep yalpalamış bir adamı anlatan son derece cazip bir öyküsü olduğunu gördüm. George W. Bush labirentteki fare gibiydi, peyniri bulmak için çırpınıyor ama bir türlü bulamıyordu. Sonra günün birinde Birleşik Amerika Başkanı oldu.

Sizin ortaya koyduğunuz performansın, gecenin ilerleyen saatlerinde televizyonlarda yayınlanan komedi programlarından farkı ne?

O programlardaki komedyenler genellikle George Bush’un karbon kağıdı kopyasını yapıyorlar. 15 saniye için bu eğlenceli olur, sonra ‘Sıradaki espri ne?’ diye sorarsınız. Oliver teklifi ilk getirdiğinde “hayır” diyerek başka aktörlerin isimlerini verdim.

Neden?

Başaramayacağımdan korktum. Sonra, “Bush’un karbon kopyası mı olacak, ‘Dr. Strangelove’ ruhunu taşıyan bir film mi olacak, yoksa gerçek anlamda ağır bir yapım mı olacak?’ sorusunu sordum. Bush’un mimikleri ve konuşma tarzıyla bir süreliğine güzel zaman geçirmek istedim. Sonuçta istediğim uzun soluklu bir Bush portresi çizmekti.

Başkanlığı döneminde uyguladığı çirkin tarzın provasını yaptınız mı?

Yapmamıza gerek kalmadı. Onun tarzı zaten belliydi ve oradaydı. Yaptığımız tek şey, başkan olmaya karşı gerçek anlamda ilgi duymayan ve başkanlık için gerekli eğitimi almamış bir insanın ilgi çekici doğası üzerinde odaklanmaktı. Ancak bu özelliklerine rağmen iki dönem başkanlık yaptığını da unutmayalım.

Karl Rove ve Bill O’Reilly size karşı cephe aldılar mı?

Geçen hafta birisi arayarak şöyle bir mesaj bıraktı: Bill O’Reilly senden nefret ediyor. Sonra telefonu kapadı. Buna rağmen Bush’un filmi izleyeceğini ve “iyi olmuş” diyeceğini umuyorum.
Senaryoyu okuduğum kadarıyla gözlerime inanamadım. Bu filmi tek cümleyle nasıl tanımlayabilirsiniz?

Tarantino filmleri tadında… “Pulp Fiction”un George Bush versiyonunu izler gibi olacaksınız.
Louisiana’ya bağlı Shreveport’ta prodüksiyonun tamamlanması şerefine verilen partide siz ve rol arkadaşınız Jeffrey Wright birkaç saatliğine hapishaneye atıldınız. Yerel bir bardaki kavgaya karıştığınız ve polisin ikinizi de tutukladığı bildirildi. Orada tam olarak ne oldu?

Bar kavgası falan yoktu, bunu geçelim. Tam olarak anlatamam çünkü oldukça çirkin bir durum. Söyleyebileceğim tek şey, orada olanlar güzel şeyler değildi ve olayla ilgisi olan herkes bunu çok iyi biliyor. Polisin yaptığı uygulamalarla ilgili olarak elindeki ceza kanunlarına uyma sorumluluğu var. Orada meydana gelen olayda uygulanan ceza ile kanunlardaki ceza arasında bir paralellik olduğunu sanmıyorum.

Polisin bir miktar şiddet kullandığı söylentileri var. İşkenceyi mazur gören bir adamı oynadığınız için hapishaneyi boylamanızı ironik buluyor musunuz?

Bunu söyleyemem ama parallellik var. İnsanlar benim metodik bir aktör olduğum üzerinde konuşuyorlar ve film bittikten beş saat sonra bunlar oluyor.

Sizin ve George Bush’un babalarınız ünlü… İkiniz de başarıyı oldukça ilerlemiş bir yaşta buldunuz…

George Bush üzerine yazılmış kitaplar okuyarak ikimiz arasındaki benzerlikleri not aldım. O ve babası, o ve annesi… Ben de onun gibi güçlü bir anne ile büyüdüm. Ancak profesyonel açıdan bakarsak, ben asla onun gibi hayata küsmedim ve dünyadan nefret etmedim.

Ayrıca bu sonbahar, Harvey Milk’i öldüren adam olarak tanınan Dan White’ın hayatını anlatan “Milk” adlı filmde Dan White’ı oynuyorsunuz…

White’ın itiraflarını anlattığı bir bant dinledim. Bugüne kadar duyduğum en üzücü itiraflardı. Kendisini kurban olmuş hissediyordu. Bir insan kendisini kurban olmuş hissediyorsa artık onun zekasına güvenemezsiniz. Son derece tepkisel davranışlara başvurur.

Michelle Monaghan ile “Eagle Eye” üzerine söyleşi

Yeni bir senaryoyu elinize ilk aldığınızda bir oyuncu olarak nasıl değerlendirirsiniz?

Michelle Monaghan: Bu filmin senaryosundan örnek verecek olursam, son derece hızlı tempolu oluşu hoşuma gitti. Senaryoları çok nadiren tek oturuşta bitiririm ama bunu elimden bırakamadım. Eğer senaryodaki sözcükler beni sımsıkı kavramışsa bunun iyi bir işaret olduğunu sezinlerim. Ardından yönetmenin ve diğer oyuncuların kim olduğuna bakarım. Tüm bunlardan sonra karar vermek benim için hiç de zor olmaz.

Rolün belirli bölümleri üzerinde kafa yorar mısınız? Öyküye nasıl katkıda bulunabileceğinizi düşünür müsünüz?

İkisi de… Bana teklif edilen rolü okurken o karakterle nasıl bağlantı kurabileceğimi hissetmeye çalışırım. Ayrıca üstleneceğim rolün, filmin öyküsünün daha geniş kesimlerine nasıl yansıyacağı üzerinde de kafa yorarım. Bu filmde oynadığım bekar anne rolünü çok sevdim. Daha önce böyle bir karakteri hiç oynamamıştım. Burada gerçekten çok sıkı çalışan ve hayatında hiçbir şey kolay gitmeyen bir anne var. Diğer bekar annelerin yaşadığı sorunlarla o da mücadele eder. Ergenlik çağındayken hamile kalmış ve hayatı boyunca bunun getirdiği zorluklarla mücadele etmiş. Çocuğuyla ilgilenmeyen sorumsuz bir baba sözkonusu olunca herşeyi kendisi üstlenmek zorunda kalmış.

Tüm bunların üstüne bir de çocuğunun ortadan kaybolma ihtimali gibi bir kabus eklenince daha büyük sorunlarla yüzyüze kalır…


MM: Kesinlikle… Bence bu bir ebeveynin karşılaşabileceği en büyük kabustur. Eğer siz böyle bir pozisyonda kalsaydınız çocuğunuzun hayatını kurtarmak için ne kadar ileri gidebilirdiniz? Bence filmde sorulan en temel soru budur.

Tıpkı ana karakterler gibi izleyiciden de bu zor yolculuğa katılması istenir. Neler olup bittiği konusunda izleyicinin de elinde bir ipucu yoktur. Sizce bu senaryoyu ilginç kılan yönü nedir?

MM: Sizin de dediğiniz gibi bu filmde izleyiciyle birlikte yolculuğa çıkıyoruz. Filmin baş karakterleri olarak bizler de izleyicinin bildiğinden daha fazlasını bilmiyoruz. Bu durumun filmdeki konuya farklı bir boyut getirdiğini, izleyecek olan herkesin bu durumu fark edeceğini düşünüyorum. Bir bulmacayı çözmeye çalışırken izleyicinin de yanınızda olduğunu bilmek heyecan verici…

Senaryoda veya film setinde Steven Spielberg’in ne kadar parmak izini gördünüz?

MM: Herşeyden önce bu onun fikriydi ve “Close Encounters”I çektiği günlere kadar uzanan geçmişi vardı. Dünyamızın bugün geldiği noktayı Spielberg’in bundan 20 yıl öncesinde öngörmüş olması gerçekten etkileyici… Bazı günler sete geliyordu. Her zaman takdir ettiğim ve saygı duyduğum bir insanı yakından görmek, yönetmenimizle birlikte çalışırken izlemek heyecan vericiydi. Bu filmin onun açısından ne kadar önemli olduğunu görebiliyorduk.

Günümüzde gerçek haline gelen “Büyük Birader Gözetliyor” olayını Spielberg’in yıllar öncesinden öngörmüş olmasından ve teknolojinin artık yaşamımızın her alanını ele geçirmesinden etkilendiğinizi söylüyorsunuz. Yaptığımız ve söylediğimiz herşeyin gözetlendiği düşüncesinde misiniz?

MM: Kesinlikle evet. Shia ile ikimizin bu kadar çok etkilenmemizin temelinde bu düşünce var. Açıkçası teknolojinin vardığı noktaya daha önce bu şekilde hiç bakmamıştık. Büyük Birader’in bizi her gün yoğun olarak gözetlediğini anladık. ATM’lerden para çekmekten tutun da gündelik yaşamımızın her noktasında sürekli gözetleniyoruz. Yolda yürürken bile farkında olmadan çeşit çeşit video kameralarla kayıt altına alınıyoruz.

Bu kadar çok gözetleniyor olmamız konusunda ne düşünüyorsunuz?

MM: Ben New York’ta yaşıyorum. Kentin her köşesine kameralar yerleştirildiğinin farkındayım. Bunların şiddet olaylarını engellemek amacıyla konulduğu söyleniyor. On Star adlı araba sisteminin kendiliğinden devreye girme yeteneğine sahip olduğunu, o an hangi noktada olduğunuzu tam olarak bildiğini öğrendim. Hoşunuza gitse de gitmese de bu böyle. İçerisinde bulunan Prius sisteminde bir chip var. Sizin gittiğiniz güzergahın kayıtlarını tutuyor. Bu chipe giriş yapabilen herkes sizin o anda nerede olduğunuzu bilebilir. Aynı durum cep telefonları için de geçerli… Cep telefonunuzla konuşurken izlenebilir ve dinlenebilirsiniz. Tüm bunlar artık yaşamımızın parçası olduğu için avantajlı olduğunu düşünüyoruz ama günün birinde bizim aleyhimize de kullanılması mümkün…

Film bu konuyu keşfe çıkıyor değil mi?

MM: Bunun ilk örneği telefondur. Shia’nın oynadığı karaktere bir çağrı gelir. Kimden geldiğini bilemez. Sonra benim bulunduğum bölgeye doğru yönlendirilir. O güne kadar birbirini tanımayan iki karakter böylece tanışmış olur. O andan itibaren bu ikisinin çevresindeki herşey teknoloji tarafından yönetilir. Arabaların spot lambaları bile dahil olmak üzere yaşamımızın her yanını kontrol altına alır.

Bizi tanımadığımız birisine yönlendiren bir çağrı almak insanda karamsar çağrışımlar yapıyor. Sonuçta o insanla işbirliği yapacağımızın bir garantisi yok. Ancak Shia’nın oynadığı karakterle sizin üzerinize doğru silahlı bir adam koşmaya başladığında birbirinize şans veriyor ve dinlemeye başlıyorsunuz…

MM: Doğru. Aslında filmde verilen her karar, yaşam ile ölüm arasındaki anlık kararlardır. Birbirimizle konuşacak, anlamaya çalışacak, tartışacak zamanımız bile yoktur. Bu yüzden sürekli olarak anlık kararlar vermek zorunda kalırız ve her an diken üstündeyizdir. Çünkü çevremizdeki olaylar soluksuz tempoda sürer gider.

Shia ile bu filmden önce tanışmış mıydınız?

MM: Onunla “Constantine” adlı filmde kısa bir tanışmamız olmuştu ama sadece ayak üstü konuşmuştuk. Onu yeniden görmek heyecan verici oldu.

Rol arkadaşızda sizi en çok etkileyen yön ne oldu?

MM: Henüz 21 – 22 yaşlarında olmasına rağmen büyüleyici bir oyuncuydu. 10 yıl sonra nerelere geleceğini hayal bile edemiyorum. Provalarda bile çok çok iyiydi. Kendisini işine adamış bir aktör olduğunu gördüm. İşine çok fazla önem veriyor. Yönetmenin istediğini alabilmesi için elinden geleni yapmaktan çekinmiyor. Aynı zamanda çocuksu nitelikleri de var ama son derece yetenekli bir genç aktör olma yönünde hızla olgunlaştığını gördüm.

Bu bir aksiyon filmi olduğuna göre sizden fiziksel anlamda neler istendi?

MM: Hayatımda hiç bu kadar çok koşmamıştım. Bu filmde en çok yaptığımız şey koşmak oldu. Shia bugüne kadar oynadığı bütün filmlerinde koşmuştu ama bu kadarına o bile şaşırdı. Benden daha hızlı koştuğunu kabul ediyorum. Çoğu zaman yetişmekte zorlandım.

Çekimler başlamadan önce kondisyon çalışması yaptınız mı?

MM: Hayır. Bu kadar çok koşacağımın farkına varamamıştım. Başka bir filmden çıkıp buraya geldiğim için hazırlık yapmaya fazla zamanım olmadı. Buna rağmen akrobatik hareketlerin çoğunu kendim yaptım. Bazı sahneler o kadar tehlikeliydi ki, nasıl yaptığımıza hala inanamıyorum. Aksiyonu seven bir insanım. Hayatımın önemli bir parçasıdır. Bu yüzden aksiyon sahnelerinde çok eğlendim. Filmler sayesinde bu yönümü değerlendirmek hoşuma gider. Harika bir dublörüm vardı ve benim yapamayacağım sahnelerde o oynadı ama başarabileceğim her sahnede kendim oynadım. Portresini çizdiğim karakter gibi yara ve sıyrıklar almak bile hoşuma gitti.

Şimdiye kadar hep işin fiziksel yönünden bahsettiniz. Bir de duygusal yönünü sormak isterim. Filmde başı dertten kurtulmayan sorunlu kadın rolünde değilsiniz. Böylesine güçlü bir kadın karakteri oynamak sizin için ne kadar önemliydi?

MM: Portresini çizdiğim bu karakter, küçük yaşlardan beri güçlü olmayı öğrenmiş bir kadındır. Tek başına bir çocuğu büyütmek hiç kolay birşey değil… Bunun sonucu olarak çok güçlü bir yapısı var. Böyle bir karakteri ‘kurban’ gibi sergilemek istemedim. O güne kadar çok sayıda ekstrem durumla karşı karşıya kalmış ama hiçbirisi çocuğunu kaybetme ihtimali kadar ekstrem olamaz. Eski kocasının sorumsuz bir adam olması nedeniyle erkeklere güvendiği pek söylenemez. Dolayısıyla Shia’nın oynadığı karaktere de başlangıçta güven duymaz. Ancak başına gelen bu durumdan dolayı kimi suçlaması gerektiğini de bilemez. Bence bu iki karakterin en ilginç yönü, birbirine güven duymayan iki karakter olmasıdır. Sonradan güven duygusu ortaya çıkar ama bunun gerçekleşmesi biraz zaman alır. Birbirlerinin o güne kadarki altyapısını bilmedikleri için de gerçek anlamdaki ilk konuşmalarına kadar epeyce zaman geçtiğini görürüz. Gerçekten konuşmayı başarabildikleri andan itibaren birbirlerine daha iyi anlamaya başlarlar ve yara almadan birlikte ilerlemeyi öğrenirler.

İzleyici bu yoğun dokulu senaryoyu sinema salonunda izlerken kendini baş karakterlerin yerine koyacak ama gerçek hayatta böyle şeylerin başına gelmesini istemeyecektir. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

MM: İzleyicinin bu filmdeki olayları duygusal açıdan hissedebileceğini, heyecanın getirdiği adrenalini deneyimleyeceğini düşünüyorum. Ancak gerçek hayatta böyle sonuçları yaşamayı elbette istemez. Bence bu filmin gündeme taşıdığı çok önemli sorular var: “Başınıza böyle bir durum gelse, hangi noktaya kadar ileri gidebilirsiniz? Banka soyar mısınız? Başka birisine ateş eder misiniz? Sevdiğiniz bir insanı kurtarmak adına başka bir insanın hayatını riske atar mısınız? Bu sorular film boyunca sık sık gündeme gelir ve karakterlerin karar vermek için saniyelerle ölçülen sınırlı zamanı vardır. Kısacası ‘Ne yapardınız?’ sorusu sıkça sorulduğu için izleyici de kendi tercihini yapacaktır.

Kadın oyuncuların çoğu filmlerinde güzel görünmeyi ister. Oysa siz bu filmde mümkün olduğu kadar bu imajın tersini istemiş gibisiniz…

MM: Sadece dört giysiyle kamera karşısına geçmek başlangıçta hoşuma gitti ama beşinci ayın sonunda tek isteğim kıyafet değişikliğiydi. Sivri topuklu çizmelerimin sık sık topukları kırıldı. Her çekim gününde sürekli makyaj yapılarak kesik ve sıyrıklar yerine konuldu. Üstümüz başımız sürekli kir pas içindeydi. Saç ve makyaj birimleri sürekli çalıştı. Farklı sahnelerde konunun sürekli ileri ve geri akıyor olması nedeniyle sürekliliğe büyük önem veriyorlardı. Yapılan çalışma gerçekten büyüleyiciydi.

Filmin iki baş karakterinin birbirine karşı romantik yaklaşımı olmadığını, ikisi arasındaki ilişkinin bu tip filmlerdeki tipik eğilimin tersine yönde geliştiğini görüyoruz…

MM: Kesinlikle doğru. Shia, DJ (yönetmen) ve benim için bu çok önemliydi. İkisi arasındaki ilişkiye böyle bir bakış açısı gerektiği konusunda konuşup anlaşmıştık. Bu iki karakter birbiriyle konuşmak suretiyle birçok şey öğrenirler. Bence böyle bir uzlaşma, izleyici açısından dudakların birleşmesine kıyasla çok daha doyurucudur. Portresini çizdiğim karakterin yaşanan gelişmeler sonucunda gardını indirdiğini ve karşısındaki erkeğe güvenmeye başladığını görürüz ki, bence bu olgunluğun ta kendisidir. Hiçbir öpüşme sahnesi bunun yerini tutamaz.

Yönetmeniniz için neler söyleyebilirsiniz? Bu filmin çok özel olmasında ne gibi katkıları oldu?

MM: DJ Caruso hakkında ne desem az gelir. Ona büyük saygı besliyorum. Son derece enerjik bir insan ve yönetmenliği de seviyor. Filmin aksiyon boyutuna dikkat ederken karakterleri de anladığını gördüm. Oyuncuların herşeyden önce karakterleri anlaması gerektiğinin de bilincindeydi. Bu iki karakterin zaman içinde birbirine güvenmesi çok önemli olduğu için bu gelişimi korumak için uğraştık. Gerçekten işe yarayan sade, sessiz ama sağlam yönetim sergiledi. Çocuk sahibi bir yönetmen olduğu için bu senaryoyu kişisel anlamda da benimsemiş olmalı ki, bu durumu yönetimine yansıttı.

İzleyicinin sinema salonundan çıkarken bu filmden ne mesaj almasını umuyorsunuz?

MM: Teknolojiye artık eskisi gibi olumlu gözle bakabileceklerini sanmıyorum. Filmde göreceğiniz birçok şey gerçek ve doğru olduğu için insanlar da teknolojinin aslında ne olduğunu ve neler yapabileceğini fark etme noktasına geleceklerdir.

Aksiyon sahnelerinde yüreğinizin hızla çarptığını söylemiştiniz. Aktörler çekim esnasında bu momentumu hissedebiliyorlar mı?

MM: Evet. Sürekli olarak takip ediliyor, koşuyor, ateşli silahların konuştuğu mücadelenin ortasında kalıyorduk. Setteki tablo böyle olunca doğal olarak momentumu hissediyorsunuz.

Yaşadığınız duygu, korku mu yoksa heyecan mıydı?

MM: Korku olsaydı yapmazdım. Heyecandı demek daha doğru olur. Shia sürekli yanımda olduğu için büyük yardımını gördüm. Aksiyon sahnelerinde bizzat kendimiz oynamamış olsaydık bunu hissetmek daha zor olurdu ama kendimiz oynayınca o anları tam olarak hissettik.

Aksiyon sahnelerinde tam doğru duyguyu yaşadığınız özel bir sahneyi paylaşır mısınız?

MM: Araba takip sahnesini örnek verebilirim. Porsche şirketi o sahne için Cayenne TurboS modeli arabalarından bir tanesini bize ödünç verdi. O araba bizim ikinci evimiz gibiydi. Direksiyonda ben vardım. Telefondan gelen ses, arabayı sürmemi söyleyince Chicago caddelerinde 12 dakika süren bir araba takip sahnesi başladı. Yeşil ışıklar sürekli bize yanıyordu. Çarpışmalardan kıl payı kurtuluyorduk. Teknoloji peşimizdekilerden kurtulacağımız şekilde çalıştığı için her türlü problemden sakınmayı başarıyorduk.

Hazırlık için sürücü kursuna gittiniz mi?

MM: Hayır. Arabaya ilk bindiğimiz andan itibaren yeterince hızlıydım. Shia bile biraz korktu. Ancak ben kendimi güvende hissediyordum. Hızlı gitmek çok eğlenceliydi. Araba sahnesinin bir bölümünde dublörlerimiz oynadı.

Oynarken aklınızdan neler geçti?

MM: Aslında biraz çılgın gibi hissettim ama teknik ekiplere güveniyordum. Giderek çıtayı yükselttikçe “Neler oluyor?” diye düşündüğüm anlar da oldu ama zor gibi gözüken sahneyi başarınca inanılmaz bir heyecan duygusu yaşıyorsunuz. Filmi izleyince göreceğiniz gibi ilk 15 dakikalık bölümünde bir an bile durmak bilmeyen soluk soluğa bir tempo var.

Steven Spielberg’in “Eagle Eye – Kartal Göz” projesi

“Eagle Eye – Kartal Göz” projesi bundan birkaç yıl önce Steven Spielberg’in beyninde şekillenmişti. Filmin yapım ortaklarından Pete Chiarelli, çıkış noktasını şu sözlerle açıklıyor: “Steven’in aklındaki konsept, teknolojinin artık her yerde olduğu fikriydi. Gerçekten de teknoloji artık çevremizi sarmış durumda… Peki günün birinde bize karşı yönelirse ne olur? Bizi çevreleyen, çok sevdiğimiz ve bağımlısı olduğumuz teknoloji aniden bize zarar verecek odaklar tarafından kullanılırsa ve tamamen kontrolden çıkarsa neler yaşanır?”

Filmin yapımcısı Alex Kurtzman da şunları ekliyor: “İzleyicinin sinemadan çıktıktan sonra korkuyla cep telefonunu kapatacağı bir filmin yapılmasını Steven hep istemişti. Tıpkı 1975 yılında Steven Spielberg’in başyapıtı ‘Jaws’ı izleyenlerin uzun süre okyanusta denize girmeye korkması gibi günümüzde de böyle bir film yapılmasını çok istiyordu.”

Alex Kurtzman sözlerine şöyle devam ediyor: “Eagle Eye”ın öyküsünün geliştirme süreci birkaç yıl sürdü. Çünkü Spielberg’in o günlerdeki düşüncesi bilimkurgu tadında bir film olmasıydı. Teknoloji ile toplum henüz bugünkü kadar bütünleşmediği için bilimkurgu olmasının daha iyi olacağını düşünüyordu.”

Spielberg projeyi 2006 yılı başında Alex Kurtzman ile yazım ortağı Robert Orci’ye getirdi. Bilindiği üzere Alex Kurtzman – Robert Orci ikilisi, yakın geçmişte “Mission: Impossible III” ve “Transformers” projelerinde yazım ortaklığı yapmışlardı. İkili ayrıca önümüzdeki yıl gösterime girecek olan “Star Trek” ve “Transformers: Revenge of the Fallen”ın da senaryosunu birlikte yazdı.

“Eagle Eye” projesinde Roberto Orci ile beraber ilk kez yapımcılığa soyunan Alex Kurtzman, “Burada önemli olan öyküye yeni bir yol çizmek; akip ve patlama sahneleriyle dolu klasik aksiyon filminden çok daha farklı tadlar içeren bir film yapmaktı. Herşeyden önce filmin öyküsüne insani perspektif izlemeye önem verdik” diyor.

Filmde işlemedikleri bir suçun tuzağına düşmüş iki yabancının hayatının aynı noktada kesişmesi anlatılır. Bir yandan masumiyetlerini korumaya çalışırken hayatta kalmanın mücadelesini verirler. İstediği herşeyi istediği gibi manipüle edebilme konusunda limitsiz güce sahip olan bir düşmanın pençesine düşen Jerry ile Rachel’in hızlı tempolu mücadelesi soluksuz gerilim yüklüdür.

Alex Kurtzman bu yaklaşımı şu sözlerle özetliyor: “Filmdeki karakterlerin herhangi bir zaman diliminde yaşıyor olabileceğini varsayarak filmi belli bir döneme özgü kılmadık. İzleyci onların nereden geldiğine bakmadan kolayca bağlantı kurabilir. Onlar, kendi kontrollerinin ötesinde olağanüstü koşullar altında kalan sıradan birer insandır. Sebebini bile anlayamadıkları şeyler yapmak zorunda bırakılırlar. Neden kendilerinin seçildiğini dahi bilemeden hareket ederler.”

Aslında Spielberg’in ilk niyeti filmi kendisinin yönetmesiydi. Ancak başta “Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull” olmak üzere başka büyük ölçekli projelere odaklandığı için sonradan fikrini değiştirdi ve projeyi başka bir yönetmene vermeyi düşündü. Genç yönetmen D.J. Caruso’nun 2007 yılında DreamWorks için çektiği “Disturbia”yı izleyince aradığı yönetmenin o olduğuna karar verdi.

Spielberg gibi usta bir yönetmenin geliştirdiği bir projenin başına geçmek, her genç yönetmen için oldukça tedirgin edici bir durumdur. D.J. Caruso bu konuda neler hissettiğini şu sözlerle dile getiriyor: “Steven Spielberg’in yıllarca kendi beyninde kurguladığı bir öykü olduğunu bilmek, elbette ek baskı yaratır. Bunu kabul ediyorum. Ancak beni rahatlatmak için Spielberg’in elinden geleni yaptığını da söylemeliyim. Benimle özel bir görüşme yapıp, ‘Önemli olan bir yönetmenin ele aldığı projeyi sonuna kadar sahiplenmesidir. Bu fikri alıp kendi fikrin haline getirmeni istiyorum’ dedi. Devam etmem için bana güvendi. Bu kadar verimli bir işbirliğinin keyfini daha önce hiç sürmemiştim.”

Eagle Eye Filmi Hakkında Bilgiler

Yönetmen: D.J. Caruso
Oyuncular: Shia LaBeouf, Michelle Monaghan, Rosario Dawson, Billy Bob Thornton,
Cameron Boyce, Anthony Mackie, Jeff Albertson
Senaryo: John Glenn, Hillary Seitz, Dan McDermott
Yapımcılar: Alex Kurtzman, Roberto Orci, Pat Crowley, Edward McDonnell
Prodüksiyon Amiri: Steven Spielberg
Görüntü Yönetmeni: Dariusz Wolski, Prodüksiyon Tasarımı: Thomas E. Sanders
Kostüm Tasarımı: Marie-Sylvie Deveau, Kurgu: Jim Page
Set Dekorasyonu: Cindy Carr, Özgün Müzik: Brian Tyler
DreamWorks Pictures / UIP Filmcilik

Pentagon’a bağlı Ulusal Askeri Komuta Merkezi’nde Savunma Bakanı Geoff Callister çok kritik bir karar alma noktasına gelmiştir. Aranmakta olan bir Afgan teröristin barındığı önemli bir hedefin bombalanması sözkonusudur. Kimliği kesin olarak konfirme edilmeyen ABD Başkanı, o bölgedeki cenaze töreni sırasında saldırının başlatılmasını emretmiştir. Bombalamanın başlamasıyla birlikte denizaşırı ülkelerden ABD’ye yönelik terörist husumetin ve ülke içinden yapılacak muhtemel saldırıların fitili ateşlenir.

Chicago’da küçük bir fotokopi dükkanında çalışmakta olan 23 yaşındaki Jerry Shaw’a (Shia LaBeouf) telefonla kötü bir haber gelir. Hava Kuvvetleri’nde halkla ilişkiler subaylığı yapan ve ailenin gururu kabul edilen ikiz kardeşi Ethan, bir araba kazasında hayatını kaybetmiştir.
Öte yandan bekar anne Rachel Holloman (Michelle Monaghan), 8 yaşındaki oğlu Sam’i Washington’a uğurlamak için tren garındadır. Canından çok sevdiği oğlu, Kennedy Center’da okul bandosunda trompet çalacaktır. Bu onların ilk ayrılığıdır. Oğlunu gönderdikten sonra kız arkadaşlarıyla gittiği barda cep telefonuna tuhaf bir çağrı alır. Tanımadığı yabancı bir kadın, talimatlarını yerine getirmediği takdirde oğlu Sam’in öleceğini söylemektedir. Telefonda konuştuğu sırada oğlunun görüntüsünü caddenin karşı tarafındaki bir dükkanın televizyon ekranında görür.

İkiz kardeşinin cenazesine katıldıktan sonra Chicago’ya geri dönen Jerry, normalde boş olan banka hesabında artık 750.000 dolar olduğunu görünce şaşırır. Yaşadığı apartman dairesi tıkabasa terörist malzemelerle doldurulmuştur. Ona da aynı kadından telefon gelir. Bir an önce kaçması gerektiğini, aksi takdirde tutuklanacağı konusunda uyarmaktadır. Ancak kaçmaya fırsat bulamadan eve baskın yapan FBI ajanları tarafından ele geçirilir.

FBI ajanı Thomas Morgan (Billy Bob Thornton), FBI’daki sorgu odasında genç adamı sorgulamaktadır. Genç adam ısrarla tuzağa düşürüldüğünü iddia eder. Jerry’nin sorgu odasında yalnız kaldığı bir anda aynı esrarengiz kadın bir kez daha iletişim kurar. Sorgu odasının penceresine bir inşaat vincinin çarpmasıyla birlikte camlar kırılınca vince tutunarak kaçması talimatını verir.

Esrarengiz kadının talimatlarına göre hareket eden Jerry, kendisini beklemekte olan Porsche Cayenne arabaya yönlendirilir. Arabada o güne kadar hiç tanışmadığı Rachel adında bir kadın vardır ve onu beklemektedir. İlk andan itibaren birbirlerinden kuşkulanan Jerry ile Rachel, telefondaki esrarengiz kadının insafına kaldıklarının farkına varırlar. Onların attığı her adımı takip eden kadın, kaderleri üzerinde de limitsiz kontrole sahip gibidir.

Jerry Shaw rolünde Shia LaBeouf

Yumurta ikizi kardeşlerin daha az başarılı olanı Jerry Shaw rolünde kamera karşısına geçen ShiaLaBeouf, portresini çizdiği karakteri şu sözlerle tanımlıyor:

“Jerry’i ilk gördüğümüzde hayatın getirdiği yükler altında ezilir gibidir. Çok başarılı insanlarla dolu bir ailenin hedefsiz ve başarısız kalmış tek üyesidir. Hava Kuvvetlerinde görev yapan ikiz kardeşinin pırıl pırıl, etkileyici ve güvenli bir yaşamı vardır. Kısacası Jerry’nin sahip olmadığı herşey onda vardır. Babasını sürekli hayal kırıklığına uğratan Jerry, dünyayı gezip dolaşmak uğruna Stanford’daki eğitimini yarıda bırakmış, sonra da düşük maaşlı bir fotokopi dükkanında çalışmaya başlamıştır. Özgürlüğün tadını çıkartmayı seven, üniversite eğitimi alma gerekliliğine inanmayan, özgürlüğün herşeyin önünde geldiğini savunan bir gençtir. Hayattan tam olarak ne istediğini anlamaya çalışarak kendi kişiliğini keşfetme sürecindedir. İşin özeti, ikiz kardeşinin tamamen zıttı kişiliği vardır.”

Kariyerine “Disturbia” ile başlayan, hemen ardından “Transformers” ve “Indiana Jones” gibi Spielberg projelerinde boy göstererek şöhrete ulaşan Shia LaBeouf’un “Eagle Eye”daki rolü, ergenlikten çıkıp gerçek anlamda yetişkini oynadığı ilk rolü oldu.

Yönetmen D.J. Caruso’nun genç aktör ile ilgili gözlemleri şöyle: “Shia’nın gelişim sürecini yakından izlemek harika… ‘Disturbia’da oynadığında 19 yaşındaydı. Şimdi artık 21 yaşında…

Arka arkaya oynadığı ‘Disturbia’, ‘Transformers’, ‘Indiana Jones’ ve şimdi de ‘Eagle Eye’a bakınca, aradan sadece iki yıl geçtiğini görüyorum ama o tip olarak sanki 5-6 yaş daha fazla gibi duruyor. Bu filmin bazı sahnelerinde 30’lu yaşlardaki genç anneyi oynayan Michelle Monaghan ile hayat üzerine öylesine önemli konuşmalar yaptı ki, karşımda artık olgun bir genç olduğuna ikna oldum. Daha bir yıl önce ergenlik çağındaki genci oynayan Shia’nın artık yetişkin erkeği oynadığını görmek heyecan verici…”

Rachel rolünde Michelle Monaghan

Michelle Monaghan’ın portresini çizdiği Rachel karakteri, eşinden boşandıktan sonra sekiz yaşındaki oğlu Sam ile birlikte yaşayan bir bekar annedir. Eski eşi tüm sorumluluğu Rachel’in üzerine bıraktıktan sonra çekip gitmiştir. Geçinilebilecek parayı zor şartlarda kazanan Rachel, bir yandan da oğlunun bakımıyla ilgilenmeye çalışır.

Sekiz yaşındaki oğlu Sam’i gezi için Washington’a gönderen Rachel, sonunda özgürce hareket edebileceği boş bir gün yakalamıştır. O geceyi kız arkadaşlarıyla bara giderek değerlendirir. Ancak cep telefonunun çalmasıyla birlikte günün son dakikaları tam bir kabusa dönüşecektir. Telefonun oğlundan geldiğini düşünerek bardan çıkar, ancak hattın öbür ucunda, “Oğlunun hayatını kurtarmak için ne yapacaksın?” diye soran bir kadın sesi vardır. Telefondaki kadının neyi kastettiği konusunda hiçbir fikri yoktur ama oğlunun başına kötü bir şey geldiği endişesiyle çılgına döner.

Sonra caddenin karşı tarafında bulunan bir mağazanın vitrinindeki televizyon ekranlarına bakması istenir. Oraya baktığında oğlu Sam’in trendeki eşzamanlı görüntülerini görür. Emniyette zannettiği oğlunun güvende olmadığını aniden fark edince heyecana kapılır.
Film yapımcıları bu rol için hem güzel, hem de sert mizaçlı görünüme sahip bir kadın oyuncu arıyorlardı. İstediği özellikleri Michelle Monaghan’da bulduklarını ifade eden Alex Kurtzman’ın bu konudaki yorumu şöyle: “Michelle ile daha önce ‘Mission: Impossible III’te çalışmıştık. Rachel karakteri için gereken tüm niteliklere sahip olduğunu biliyorduk. Ayrıca ses tonunun da büyük yardımını gördük. Bunların yanısıra Rachel karakterinin hangi özelliklerini beğendiğini, nasıl bir yaklaşım getirmek istediğini son derece dürüst şekilde anlattı. Sunduğu verilerin hepsi bizim için önemliydi.”

Karşılaştıkları ilk andan itibaren Jerry ve Rachel karakterlerinin ikisi de, yaşadıkları sorunun kaynağı olarak birbirlerini görürler ve özgürlükleri için mücadeleye etmeye başlarlar. Yapımcı Alex Kurtzman bu durumu şu sözlerle açıklıyor: “Olaya kendi tahminlerini getiren iki insanı anlatan bir öykü yazdık. Ancak durumla ilgili olarak tahminlerinin doğru olmadığı ortadadır.”
Filmin yapımcılarından Patrick Crowley de şunları ekliyor: “Aslında ikisi de daha büyük bir senaryonun kurbanıdır. Kontrol edemedikleri bir senaryonun kurbanı olduklarının farkına varırlar. Eğer hayatta kalmak istiyorlarsa birbirlerine güvenmek zorundadırlar. İçinde bulundukları belanın tek çözümünün ortak hareket etmek olduğu ortaya çıkar. Bu noktada birbirlerine hangi ölçüde güvenecekleri konusu önem kazanacaktır.”

İki karakter arasındaki ilişkinin romantik boyut taşımadığının altını çizen yönetmen Caruso, “Eğer bu 80’li yıllar tarzında bir aksiyon filmi olsaydı, her tarafta mermiler uçuşurken Jerry ile Rachel’in yattığını görürdük. Ancak onların ilişkisi karşılıklı saygıya dayalıdır. Romantik olmayan bir film yapma fikri bilinçli bir tercih değildi ama doğal olarak öykünün bu şekilde gelişmesini istedim” diyor.

Shia LaBeouf’un bu konudaki yorumu şöyle: “Bence böyle olmasının en güzel yanı, herşeyin yanıtlanmamış olmasıdır. Aşırı cinsellik boyutu olsaydı filmin ucuzlamasına yol açacaktık. Sıradan herhangi bir film haline gelecekti. Bazen çevresel koşullar nedeniyle sevgililerin bir araya gelemediği durumlar olur. Gerçek yaşamda böyledir ama filmlerde pek göremezsiniz. Ayrıca her karesinde aksiyonun kol gezdiği Spielberg tarzı filmlerde romantizm için zaman da kalmaz.”
Rachel’in portresini çizen Michelle Monaghan da iki karakter arasındaki ilişki konusunda şunları ekliyor: “Telefondaki esrarengiz kadının sesinin Jerry ile Rachel’i yönlendirdiğini görürüz. O kadının talimatlarını izlemek zorundadırlar. Aksi takdirde sonuçlarıyla başbaşa kalacaklardır. O komutların neden geldiği, bazı şeyleri yapmalarının neden istendiği konusunda hiçbir fikirleri yoktur. Tek bildikleri şey, telefondaki kadın sesinin onlar üzerinde çok güçlü etkisi olduğu, taleplerini yerine getirmezlerse tehlikede oldukları, aynı zamanda sevdikleri insanların da tehlikede olduğudur.”

Telefondaki ses onlardan sürekli olarak tuhaf ve inanılmaz davranışlarda bulunmalarını talep eder. Sesin nereden geldiği konusunda ikisinin de fikri yoktur. Her telefonda, her arabada, havaalanı ekranında, kısacası akla gelebilecek her yerde daima o kadının sürekli emreden sesi vardır.

Jerry ile Rachel’in çevresindeki herşeyi o ses kontrol ediyor gibidir. Polis arabalarının birbiriyle çarpışmasına yol açan trafik sinyallerinden denizdeki teknelere, metrodaki araçlara kadar her yeri o ses kontrol eder. Jerry o sesi neden takip etmek gerektiğini tam olarak bilmemektedir. Bildiği tek şey, o sesin çok güçlü olduğudur. Çevredeki her teknolojiye sızmıştır ve kontrol edilemeyen herşeyi kontrolü altında tutma gücüne sahiptir.

Yapımcı Kurtzman’ın bu konudaki yorumu şöyle: “Burada esrarengiz bir oyun sözkonusudur. Bu gizemin arkasında kim varsa, telefondaki kadın sesi aracılığıyla iki karakterimizi kontrol altında tutar. Gerekli bilgiyi onlara tam da bilmeleri gerektiği anda verir, bunun dışında hiçbir şey söylemez. Bu nedenle bir sonraki aşamada ne olacağı konusunda ikisinin de bilgisi yoktur. Sadece ve sadece o sese güvenmekten başka hiçbir seçenekleri yoktur.”

• FBI ajanı Thomas Morgan rolünde Billy Bob Thornton

Jerry ile Rachel’in bildiği detaylardan birisi, peşlerinde Thomas Morgan adlı bir FBI ajanının olduğudur. Bu rolde kamera karşısına geçen Billy Bob Thornton, portresini çizdiği karakterin ince bir çizgide yürüdüğünü belirterek şu sözlerle tanımlıyor:

“Thomas Morgan aslında iyi bir adamdır. Buna rağmen seyirci onu başlangıçta kötü bir adam zanneder. Böyle sanılmasının sebebi ise Jerry ile Rachel’in peşine düşmüş olmasıdır. Sadece işini yapan böyle bir karakteri oynamak aslında ince bir çizgi üzerinde yürümek gibiydi.

Thomas Morgan’ı oynarken bu karaktere Teksaslı duyarlılığı getirdim. Böylesinin bu ajana mükemmel uyacağını düşündüm. Güneyli bir insanın tüm özelliklerini taşır. Bunu konuşurken kullandığı şiveden bile rahatlıkla hissedebilirsiniz.”

Özel Ajan Zoe Perez rolünde Rosario Dawson

FBI ajanı Thomas Morgan’ın arama çalışmasına en büyük desteği, kısaca OSI olarak bilinen Özel Araştırma Birimi’nin Hava Kuvvetleri kanadına bağlı çalışan Özel Ajan Zoe Perez verir. Bu rolde Rosario Dawson’un kamera karşısına geçti.

Filmin yapımcılarından Pete Chiarelli’nin Özel Ajan Zoe Perez karakteriyle ilgili yorumu şöyle: “Jerry’nin Hava Kuvvetleri’nde görev yaparken ölen ikiz kardeşi Ethan ile ilişkisi nedeniyle bu olaya ilgi duyar. Çok genç bir kadın ajan olduğu için hiç kimse onu ciddiye almaz. Zoe’nun tek isteği FBI’dan, Hava Kuvvetleri’ndeki ve Pentagon’daki insanlardan saygı görmektir. Böylesine karmaşık bir olayın içine atılmasının tek sebebi saygı görme isteğidir.”

Bundan sonrasını yapımcı Kurtzman’dan dinleyelim: “Ethan Shaw’ın ölümünün ardındaki gerçeği bulmaya kararlı olan Zoe ile Morgan işbirliği yapmak zorundadırlar. Ancak herkes gibi Morgan da, başlangıçta Zoe’yu hafife alırsa da kısa sürede fikrini değiştirir. Artık onu ciddiye almaktadır. Tıpkı Jerry ve Rachel gibi onlar da birbirlerine güvenmenin bir çaresini bulmak zorundadırlar.”

Savunma Bakanı Geoff Callister rolünde Michael Chiklis

Savunma Bakanı Geoff Callister rolünde izleyicinin “The Shield” adlı dizideki sert polis Vic Mackey rolünden tanıdığı Michael Chiklis oynadı. Deneyimli aktörün oynadığı rol ile ilgili yorumu şöyle:

“Callister’i yüzünde sürekli yorgun görüntü olan bir adam olarak tanımlayabilirim. Çocukluk yıllarımı hatırlıyorum da, televizyonda ne zaman bir Başkan, bir İçişleri Bakanı veya kabine üyesi görsem hepsi canlılıktan uzak, kır saçlı adamlar olurdu. Öğrendikleri bilgilerin yorgunluğunu ve çalıştıkları ofisin ağırlığını taşır gibi görüntüleri vardı. Bu nedenle Savunma Bakanı gibi tüm dünyanın yükünü gözlerinde taşıyan yorgun bir adamı oynamak benim için çok ilginç oldu.”

Filmin kadrosunu tamamlayan oyuncular, FBI Ajanı Grant rolündeki Ethan Embry ile Vali Bowman rolündeki Anthony Mackie oldular.

Yönetmen Caruso, FBI Ajanı Grant karakterini şu sözlerle tanımlıyor: “Grant, FBI’da Morgan’ın emrinde görev yapmaktadır. Bilgi sağlayan ve filmi ileriye taşıyan kişi Grant’tır. Bu rolde oynayan Ethan Embry, portresini çizdiği karaktere çok farklı boyutlar getirdi. Morgan’ın her zaman öfkeli haline tam tezat oluşturacak kadar az sinirli Grant rolünü başarıyla oynadı.”

Anthony Mackie’nin oynadığı Bowman karakteri ise Ordu İstihbarat Görevlisidir. Gönüllü olarak çalışan bir avuç insandan birisidir. Jerry’nin öldürülen ikiz kardeşi Ethan ile daha önce beraber çalışma ilişkisi olmuştur. Jerry ile Rachel’in başına gelen gizemli olayların anahtarını elinde tutmaktadır.

Birisi “Aksiyon” mu dedi?

Film yapımcılarının amacı, en başından beri farklı türde bir aksiyon filmi yapmak oldu. İzleyici açısından aksiyon boyutunun önemine dikkat çeken Alex Kurtzman, bu konudaki yaklaşımını şu sözlerle açıklıyor:

“Filmlerdeki karakterlerin tehlikede olup olmadığına izleyici sadece aksiyon sahneleri aracılığıyla emin olur. Ancak aksiyon filmlerinde karakter boyutuna çok fazla önem verilmediğini görüyoruz. Eğer izleyici o karakteri sevmediyse veya yeteri kadar bilgi alamadıysa, hayatı tehlikeye girdiğinde de umursamaz. Bu filmdeki iki insan (Jerry ve Rachel) son derece normal ve sıradan insanlardır. Bu filmi klasik anlamdaki diğer aksiyon filmlerinden farklı kılan yönü de budur.”
Jerry rolünde oynayan genç aktör Shia LaBeouf, yönetmeni D.J. Caruso’nun hayata geçirdiği aksiyon anlayışıyla ilgili düşüncesini şu sözlerle açıklıyor:

“D.J. filmin kalp atışlarına ve ritmine gerçekten önem veren bir yönetmendir. Aksiyon filmlerinde bu yaklaşıma çok az rastlanır. Büyük set parçalarının olduğu filmlerde duygular genellikle ikinci plana kalır. Çünkü yönetmen, filmin satması ve iyi bir fragman yapmak için duyguların önemli olmadığını düşünür. Ancak D.J. aksiyon boyutunun ancak karakterler ve içinde bulunduğu durumun yansıtılmasıyla birlikte çalışacağını çok iyi bilen bir yönetmen olduğu için karakterlere de ağırlık verdi.”

Ancak karakterlere önem veriliyor olması, izleyicinin filmde hareket dolu aksiyon sahneleri izlemeyeceği anlamına gelmiyordu. Yönetmen Caruso filmin genel yapısını şu sözlerle özetliyor:
“Filmin ilk bir saatlik bölümü müthiş bir video oyunu gibidir. Döndüğünüz her köşede karşınıza ne çıkacağını bilemezsiniz. Film adeta bir bombanın patlaması gibi başlar ve hiç yavaşlamadan devam eder. Birbirinden görkemli “set parçalarıyla” dolu filmimizdeki heyecan yüklü aksiyon sahnelerinin izleyiciyi sürekli diken üstünde tutacağını inanıyorum. Filmi yaparken bilgisayar kökenli görüntülerden mümkün olduğunca kaçınarak gerçek sahnelere yer verdik.”

Caruso sözlerine şöyle devam ediyor: “Aksiyon boyutunun gerçek olmasını istedim. Çünkü 70’li yıllarda çekilen filmlerin araba takip sahnelerinin sıkı bir hayranıyım. Gerçek aksiyon o filmlerdedir. Arabalar çarpışıp havaya uçtuğunda ortaya görüntülemeye değer tablolar çıkar. Bu yüzden digital teknolojiden olabildiğince uzak durmak istedim. Filmde inşaat vincinin o binaya girdiği sahnede hiç digital efekt kullanmadık. Hazırladığımız bina setine giren vinç gerçek bir vinçtir.”

Yapımcı Alex Kurtzman da şunları ekliyor: “Aksiyon boyutunu gerçekçi kılmak için 70’li yılların unutulmaz filmi ‘French Connection’daki gibi klasik araba takip sahnelerini model aldık. Araba takip sahnelerinde fizik kanunları hiçbir zaman inkar edilmez. Arabanın çarpıştığı esnada neler olduğunu, içindeki insanların yaralandığını iliklerinize kadar hissedersiniz. Biz de bunu yansıtmak istedik.”

“Eagle Eye”ın konusu sadece birkaç günlük süreyi kapsar. Dünyanın çeşitli köşelerindeki çeşitli kentlerde bulunan düzinelerce mekanda geçer. Filmin açılışında Pentagon’un Ulusal Askeri Komuta Merkezi’nde Savunma Bakanı’nın İran – Pakistan sınırındaki küçük köyde meydana gelen şüpheli aktiviteyi gerçek zamanlı olarak izlediği sahneden başlayarak Jerry ile Rachel’in soluk kesen iz sürmesine kadar her sahnede hızlı tempolu aksiyon filminin gerekleri yerine getirildi.

Filmin oyuncu kadrosu ve teknik ekipleri, 77 günlük sürede 100’den fazla mekana taşınılarak 200 sahnenin çekilecek olmasından nasiplerini fazlasıyla aldılar.

Shia LaBeouf çekimler boyunca nasıl bir süreç yaşandığını şu sözlerle anımsıyor: “Yapılması zor bir film oldu. 60 – 70 günlük süre boyunca hiç soluk almadan en zor mekanlarda sıkı çalışma yaptık. Sürekli hareket halinde olan 120 insan düşünün, bizim halimiz aynen öyleydi.”
Rol arkadaşı Michelle Monaghan da, sürekli hareketten şikayeti olmadığını belirterek şöyle konuşuyor: “Bu durum, portresini çizdiğim Rachel karakterini daha iyi yansıtmama yardımcı oldu diyebilirim. Her gün nereye gittiğimizi tam olarak bilemeden yolculuk yapmamız sayesinde sürekli diken üstünde gibiydim. Bu yüzden kendimi her yeni günde daha iyi hissettim ki, bu çok çok heyecan vericiydi.”

Bu konuda son sözleri D.J. Caruso söylüyor: “Bağımsız yol filmleri tadında bir film oldu. Farklı mekanlarda sadece bir iki gün kalıyor, sonra başka bir mekana hareket ediyorduk. Çünkü filmin başrolündeki iki karakter sürekli hareket halindeydi. Böyle yapmakla filmin belirli bir perspektif içerisinde kalmasını sağladık.”

Herşeyi Gerçek Tutmak…

Jerry ile Rachel’in içinde bulunduğu dünyadaki herşeyi bilinmeyen bir varlığın her an kontrol ettiği duygusunu izleyicide uyandırmayı hedefleyen film yapımcıları, bunu başarmak için tek bir yaklaşıma başvurdular: Herşeyi gerçek tutmak ve bunu filmin başından sonuna kadar korumak…

“Bu filmin odak noktasında bir miktar bilimkurgu vardır” diyor ortak yapımcı Chiarelli, “Böyle bir fikri başarıyla uygulamanın yolu ise ortamdaki her detayı mümkün olduğunca gerçek yapmaktı. Pentagon koridorları veya Capitol Binası gibi ortamları yaratırken herşeyi olabildiğince gerçeğe uygun şekilde yeniden yaratmak için çok sıkı çalışma yaptık.”

Günümüz izleyicilerinin askeri ve kriminal soruşturmalar konusunda yazılı basın ve televizyon haberleri aracılığıyla bol miktarda bilgi sahibi olduğu düşünülürse filmde bu boyutların otantik şekilde verilmesi büyük önem taşıyordu. Film yapımcıları, askeri konular hakkında izleyici beklentisini karşılamak için doğrudan doğruya Pentagon’un yardımına başvurmaya karar verdiler.

Yapımcı Ed McDonnell bu konuda neler yapıldığını şu sözlerle açıklıyor: “Aslında Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) işbirliğini alabilmek çok zordur. Ancak senaryo aşamasında bizlerle yakın işbirliği içinde çalıştılar. Filmin her anında tam kapsamlı destek verdiler. Onların yardımı olmasaydı otantizm boyutunu başaramazdık. Askeri yetkililerin konuşma tarzlarından vücut dillerine kadar herşeyi kontrol altında tutan bir çalışma yaptık. D.J. ile Shia gündelik bazda sürekli danışman yardımı aldılar.”

Bu arada Rosario Dawson da Washington’da Hava Kuvvetleri’ne bağlı olarak faaliyet gösteren OSI karargahına giderek gerçek subayların neler yaptığını öğrenmeye çalıştı. Hava Kuvvetleri Teknik Danışmanı Vince Aragona bu konuda tam destek verdi. Rosario Dawson ayrıca Los Angeles’taki Hava Kuvvetleri Üssü’ne giderek orada çalışan bir kadın ajanla görüşmeler yaptı.
Kriminal soruşturmalarla ilgili teknik destek ise, FBI bünyesinde 22 yıl hizmet verdikten sonra şu an emekli olan Tom Knowles’tan geldi. Filmde danışmanlık hizmeti veren Knowles’in görevi, iki FBI ajanını canlandıran Billy Bob Thornton ile Ethan Embry’e kriminal soruşturmaların nasıl yürütüldüğü konusunda bilgi vermekti. Tom Knowles yaptığı çalışmayı şu sözlerle aktarıyor:

“Benden yardım istediler. Örneğin bir ‘suç sahnesi’nde öncelikle nelere odaklanmak gerektiğini sordular. Hangi kanıtın kritik derecede önemli, hangisinin önemsiz olduğunu öğrenmek istediler. Bir suç sahnesinde kulağında küçük bir dinleme cihazı olan bir ceset bulunur. Çevresinde ayak izleri vardır. FBI ajanları başlangıçta ayak izlerine odaklanırlar. Ayak izleri iyi birer kanıttır. Ancak mikrofonlar ve insan yapımı diğer cihazların üretim kodları vardır. Bu bilgilerden yola çıkarak o cihazın üretim yerine veya satış noktasına ulaşabilirsiniz. Bu da sizi potansiyel şüpheliye götürebilir.”

Filmde anlatılan öyküdeki dünyanın inandırıcı şekilde yaratılması görevi, prodüksiyon tasarımcısı Tom Sanders ile ekibine verildi. Geçtiğimiz yıllarda “Saving Private Ryan”, “Braveheart” ve “Dracula” gibi filmlerdeki çalışmasıyla sayısız ödül alan Tom Sanders, yaptığı çalışmayı şu sözlerle açıklıyor:

“Filmin prodüksiyon takvimi oldukça sıkışıktı. 90’ın üzerinde farklı sette çalışma yapılacak olması nedeniyle farklı ortamlarda farklı setler hazırlama gereği ortaya çıktı. Bugüne kadar genellikle periyod filmlerinde çalışma yaptığım için eski dönemleri simgeleyen setler hazırlamıştım. Bu nedenle konusu günümüzde geçen ‘Eagle Eye’ benim açımdan güzel bir değişiklik oldu. Eski dönemlerden çıkıp günümüze sıçrama fırsatını yakalamak çok keyifliydi.”

Büyük Birader Gözetliyor

Bir iş gününün daha sonu gelmiş. Bilgisayarınızı kapatıyorsunuz. Bilgisayarınızın bağlı olduğu ağ aracılığıyla patronunuza o gün yaptığınız çalışmalarla ilgili rapor gidiyor. Böylece üzerinde çalıştığınız işle ilgili ne kadar gelişme sağladığınızı patronunuz öğreniyor.

Sonra arabanıza binip evinize dönmek üzere yola çıkıyorsunuz. “Akıllı” evinizden PDA’nıza bir mesaj geliyor. Süt almanız gerektiği bildiriliyor. Arabanızdaki GPS sistemi size süt alabileceğiniz en iyi yerin neresi olduğunu söylüyor. O sırada oğlunuz arıyor ve arkadaşlarının evinde yemeğe kalacağını bildiriyor. Oğlunuzun nerede olacağını biliyorsunuz, çünkü ailenizin GPS cihazı size bunu söylüyor. Oğlunuza astım ilacını alması gerektiğini hatırlatıyorsunuz. Çünkü ailenizin kompüterize kişisel sağlık kayıtlarından gelen bir mesaj bu hatırlatmayı yapmanız gerektiğini bildiriyor. Bu sistem size ayrıca yeni check-up için gün belirleme zamanı geldiğini de söylüyor. Böyle şeyler artık geleceğin teknolojisi değil…

Günümüzde çok geniş bir yelpazeye yayılan teknolojik kolaylıklar var. Cep telefonlarından global yer belirleme sistemlerine, ATM’lere, bilgisayarlara, ev güvenlik sistemlerine, CCTV’lere, trafik kameralarına, kredi kartlarındaki manyetik şeritlere, ID’lere ve lisanslara kadar herşey, hayatımızı daha kolay ve güvenli kılmak amacıyla yaratıldı. Bilgisayar sayesinde organizasyon yapmak, bilgiyi kontrol etmek, iletişim kurmak, ulaşım, askeri donanımlar, finansal sistemlerin hepsi basitleşti. Bunların hepsi artık gündelik varoluşumuzun ayrılmaz birer parçası haline geldi.
Filmin başrolünde oynayan Shia LaBeouf’un teknolojik gelişmelerle ilgili yorumu şöyle: “Bunların hepsi gündelik yaşamımızı daha kolay kılmak için icat edilip geliştirildi. Ancak bunların nasıl işlediği, başımıza neler gelebileceği gibi konularda pek kafa yoran olmadığını görüyoruz. Biz farkına bile varmadan gündelik faaliyetlerimiz digital olarak kaydediliyor ve depolanıyor:
Görüntümüz, ismimiz, sosyal güvenlik numaramız, alışveriş önceliklerimiz, gerçek dünyada ve sanal dünyada nerelere gittiğimiz gibi bilgilerin hepsi kayıt altında… Kimiz, neleri severiz, nelerden hoşlanmayız, sırlarımız, ne yaparız ve ne yapmayız gibi önemli detayların hepsi artık yeni digital ortamın parçası haline geldi. Yüzlerimiz, gözlerimiz, sesimiz, yürüyüş tarzımızın hepsi ölçülüyor, digital ortama aktarılıyor, kaydediliyor ve ileride izini sürmek için depolanıyor. Bilgisayarların gücü ve depolama kapasitesi arttıkça insanların kontrol altında tutulma ihtimali de aynı ölçüde çoğalıyor.”

Filmin sorduğu temel soru şu: Digital ortama aktarılmış olan bu bilgilere başka birisi girse ve kullansa ne olur? Tüm bu bilgiler sizin aleyhinize kullanılırsa ne olur?

Filmdeki kabusun odak noktasında bu önerme vardır. İki masum insanın tuzağa düştüğünü ve av haline geldiğini görürüz. Üstelik karşı karşıya kaldıkları kabus gibi teknolojik olaylar dizisi, yıllar önce Spielberg’in aklına geldiğinden çok daha üst boyuttadır. Spielberg’in bu film için ilk fikirlerini geliştirdiği günlerden bu yana teknoloji dev adımlarla ilerledi. İnsanların attığı her adımın gözetlendiği, her hareketinin kayıt altına alıp dosyalandığı bir dünya artık bilimkurgu hayali olmaktan çıkıp gerçeğe dönüştü. Kısacası Spielberg’in 10 yıl önce sadece hayal ettiği herşey bugünün gerçeği oldu.

Alex Kurtzman’ın da işaret ettiği gibi, Roberto Orci ile birlikte senaryo üzerinde ilk çalışmaya başladıkları günden itibaren teknolojik gelişmeler daha da hızlandı. “Steven bize bu projeden ilk bahsettiğinde bilimkurguya yakın bir çalışma olacağını söylemişti. Mantık sınırlarını aşan bir tarz düşünüyordu. Ancak şu anda bu film için artık bilimkurgu demek mümkün değil. Teknoloji o kadar hızla değişti ki, sadece son iki yıllık dönemde bile alışkanlıklarımız farklılaştı” diyor Kurtzman…

Jerry ile Rachel’i kontrol altına alan kişi veya kişilerin en korkutucu yanı, son derece gelişmiş teknoloji kullanarak adeta bir manipülasyon denizi yaratma ve yönetme becerisidir. Günlük teknolojinin bir silah gibi kullanılmasının ürkütücü olduğunu söyleyen Michelle Monaghan, bu konudaki düşüncelerini şu sözlerle dile getiriyor:

“Teknoloji sayesinde artık daha çok şey yapabiliyoruz ama bir yandan da bağımlısı oluyoruz. Bize karşı yönelmesi, bize karşı kullanılması olasılıklarını gerçekten ürkütücü buluyorum. Senaryoyu okurken ilgimi çeken unsurların başında da bu tehlike geliyordu.”

FBI’daki sorgu odasında tutulan Jerry, dev bir vincin pencereyi kırıp içeriye giren kolu tarafından kurtarılır. Rachel oğlunun hareket halinde bulunan trendeki görüntülerini eşzamanlı olarak McDonalds vitrinindeki video monitöründen izler. Telefondaki ses onlara bir sonraki adımda ne yapacaklarını tek tek söyler. Yapmadıkları takdirde ne gibi kötü sonuçlarla karşı karşıya kalacaklarını anlatır. Kısacası Jerry ile Rachel ikilisi, günümüzün yeni digital ortamının pençesine düşmüşlerdir.

Shia LaBeouf’un filmle ilgili son sözleri şöyle: “Bildiğimiz tek şey, çok güçlü bir sesin varlığıdır. Her arabada, havaalanı ekranında, hayal edebileceğiniz herşeyde o ses vardır. Bu sesin büyük güce sahip olduğunu biliriz. İsteklerini yerine getirmediğimiz takdirde sevdiğimiz insanların tehlikede olacağını söyler. Sesin nereden geldiği konusunda fikrimiz yoktur. Tek bildiğimiz, sesin her yönden geldiği, bizi etkisi altına aldığı, kaçış olmadığıdır.”

Death Race Filmin Oyuncu Kadrosu

Frankenstein’ın Antrenörü Rolünde Ian McShane

Frankenstein’ın antrenörü rolü için film yapımcılarının tercihi, son dönemde Daniel Sullivan’ın Harold Pinter’den Broadway için uyarladığı “The Homecoming” ile adını duyuran Ian McShane’den yana oldu.

“Death Race” projesi için “Hapishane içerisinde ölümüne NASCAR yarışı” yorumu yapan ünlü aktör, oynadığı karakteri şu sözlerle tanımlıyor: “Aslında iyi ve dürüst bir adamdır. Uzun süredir hapishane ortamında olduğu için oraya uyum sağlamış, evi gibi görmeye başlamıştır. Usta mekanikçi olduğu için tüm arabaları iyi bilir ama özellikle Frankenstein’ın Mustang’ı üzerinde çalışmaktadır.”

Makineli Tüfek Joe Rolünde Tyrese Gibson

Filmin önemli karakterlerinden birisi olan Makineli Tüfek Joe rolünde oynayan müzisyen ve aktör Tyrese Gibson, acımasız bir katili oynamanın zorluğunu bile bile bu işe kalkıştığını belirterek, “Makineli Tüfek Joe tam bir şeytandır. Mahkumların lideri bir katildir. Ürkütücü bir karakteri oynadım. Filmin setinde kamera karşısında kötü ruhlu bir katili oynadıktan sonra verilen çekim aralarında normal halime dönmekte epeyce zorlandım. Gülmek, espri yapmak bile zor geldi” diyor.

Seksi ve Sert Mizaçlı Case Rolünde Natalie Martinez

Kadınlar hapishanesinden getirilen seksi ve sert mizaçlı kadın mahkum Case rolünde Natalie Martinez oynadı. Bu karakterin özelliklerini Natalie Martinez’den dinleyelim:

“Case’in görevi, Frankensten’ın Death Race’de zafere ulaşmasına yardımcı olmaktır. Ancak sebebini sadece kendisinin bildiği bazı sinsice hareketleri vardır. Hapishanededir ve müdire Claire’in vaad ettiği özgürlük rüzgarından o da etkilenmiştir. Başkalarının isteklerinden kolayca etkilenip manipüle edilen bir yapısı olduğu için atacağı adımların nereye varacağını önceden kestiremezsiniz.”

Yakın Geleceği Tasarlamak

Cehenneme Hoşgeldiniz: Yakın Geleceği Tasarlamak

Yönetmen Anderson ile yapımcıların yaratmak istediği yakın geleceğin yozlaşmış dünyası üzerinde odaklanan prodüksiyon tasarımcısı Paul Denham Austerberry, aradığı uygun mekanları Kanada’nın Montreal kenti yakınlarında buldu. Pointe St. Charles yakınlarında bulunan ve günümüzde artık kullanılmayan Alstom istasyon alanı ile depoları, Terminal Adası için uygun geniş alanlar sunuyordu. Bu bölgelerin dış mekan çekimleri için uygun olmasının yanısıra endüstriyel depoları da prodüksiyona ev sahipliği yapabilecek olanaklara sahipti. Ayrıca mahkumların koğuşları için set kurmaya müsait yeterli boş alanlar da vardı. Çevresini tel örgüyle çevirip çalışmaya başlamak yeterliydi.

Yönetmen Anderson’un mekanlar konusundaki yorumu şöyle: “Bu mekanlar sanki film için inşa edilmiş gibi görüntüye sahipti. Projeye ayrı bir prodüksiyon değeri katacakları belliydi. Filmin senaryosunun bu mekanlar için yazılmamış olması nedeniyle senaryoyu yeni baştan ele aldım ve bulduğumuz fantastik mekanlara uygun düşecek şekilde yeniden yazdım.”
Alstom’da artık kullanılmayan depoların arasına adeta ölüm tuzağını çağrıştıran yarış pistinin kurulmasına karar verildi. Prodüksiyon tasarımcısı Austerberry, yapılan çalışmayı şöyle anlatıyor:

“İki yanda iskelet görüntüsü veren dev vinçlerin arasındaki yarış pistinin fantastik görüntü sağlayacağını düşündük. Özellikle geceleri bakılınca sanki başka bir gezegen görünümü veriyordu. O bölgeyi görünce üzerinde çalışmaya değer olduğunu anladık. Buradaki ana yaklaşımımız, her detayıyla tam kapsamlı bir yarış pisti yaratmak oldu.”

Terminal Adası’ndaki cehennem çukuru ile yarış pistinin setini inşa etmeye başlayan Austerberry ve ekibi, adeta 3 boyutlu bir puzzle’ın parçalarını birleştiriyormuş duygusuna kapıldılar. Anderson’un yaklaşımı belliydi. Adanın bilgisayar ortamında yaratılması yerine gerçek mekanlar kullanmak istiyordu. Bu durumda Austerberry ve ekibinin her parçayı ayrı ayrı yaratıp, sonra bunları yanyana getirerek kesintisiz bir dünya yaratması gerekiyordu.
Terminal Adası’ndaki hapishane tesislerinin dış mekan çekimleri için 20. yüzyıl başlarında kurulmuş olan ve günümüzde boş olan St. Vincent de Paul hapishanesinde çalışma yapıldı. Yaklaşık 10 yıl önce kapatılmış olduğu halde burası, geniş dış mekanları ve iç avlularıyla bir hapishane için ihtiyaç duyulan herşeye fazlasıyla sahipti. Aslında birçok açıdın da Franklin J. Schaffner’in unutulmaz hapishane filmi “Papillon – Kelebek”in görüntülerini akla getiriyordu.
Makineli Tüfek Joe rolünde kamera karşısına geçen Tyrese Gibson, mekanların son derece gerçekçi olması nedeniyle kendilerini hapishanede gibi hissettiklerini söyleyerek izlenimlerini şöyle anlatıyor:

“Aslında öyle bir ortamda oyunculuk gücüne bile gerek yoktu. Çevremize bakınca sadece eski ve büyük duvarlar, dış dünyayla aramıza set çeken tel örgüler görüyorduk. Kendimizi sürekli hapishane avlusunda gibi hissettiğimiz için rol yapmamıza dahi gerek kalmıyordu. St. Vincent hapishanesinin koğuş gibi iç mekanları artık çürümeye yüz tuttuğu için oralarda çekim yapmak tehlikeliydi. Bu nedenle Terminal Adası’ndaki iç mekanlarla ilgili çekimler için Pointe St. Charles’taki depolara gittik.”

Filmin açılışında Ames karakterini ilk tanıdığımız çelik fabrikasıyla ilgili çekimlerde de gerçeklik yaklaşımı öncelik kazandı. Prodüksiyon yetkilileri çelik fabrikası yönetiminden özel izin alarak işler durumdaki fabrikada belgesel tadında çekim yaptılar. Bu sahnelerde Jason Statham’ın yanında gerçek işçiler görev yaptı. Arka planda eritilmekte olan çelik görüntülerine yer verildi.
*****
“Death Race”in yapımında görev alan prodüksiyon ekipleri, çekimler tamamlandığında hayli yorgun düşmüşlerdi. Hepsinin ortak umudu ise, bunca emeğin sonunda ortaya izleyicinin hoşuna gidecek bir aksiyon gerilim filmi çıkmış olmasıydı.

Jason Statham yaşadığı deneyimi ve beklentilerini şu sözlerle dile getiriyor: “Ortaya çok adult formatta bir eğlence ürünü çıkarttığımızı düşünüyoruz. Açıkçası böyle bir film benim kişisel beğenilerime tam anlamıyla uydu diyebilirim. Hapishane var, soluk soluğa araba yarışları var, ölümüne mücadele var, bir aksiyon filminden daha fazla ne isteyebilirsiniz?”

“Death Race” projesiyle ilgili son sözleri ise, çocukken izlediği bir kült filminden esinlenerek bu filmi hayata geçiren yönetmen Anderson söylüyor:

“Bu filmi yaparken ‘Death Race 2000’in sıradışı tonuna sadık kalmak istedim. Ancak bunu yaparken ucuzluğa ve bayağılığa kaçmamaya özen gösterdim. Daha ciddi bir öykü anlatmak istedim. Ortaya çıkan yapıtı ürkütücü olarak niteleyenler olacaktır ama içerisinde herşeye rağmen bir miktar komedi de vardır. Çok farklı bir film yaptım ama içinde çok az toplumsal yorum da vardır. Tıpkı orijinal ‘Death Race’ta olduğu gibi…”

Hapishane Müdiresi Claire Hennessey rolünde Joan Allen

Hapishane Müdiresi Claire Hennessey rolünde Joan Allen

Ames karakterini star sürücü olmaya zorlayan hapishane müdiresi ve Ames’i yarışa hazırlayan antrenörü rolleri için karakter oyuncuları yerine dramatik yönü ağır basan oyuncu isteyen film yapımcıları sırasıyla Joan Allen ile Ian McShane’i tercih ettiler.

Terminal Adası’nın tüm iktidarını elinde tutan hapishane müdiresi Claire Hennessey rolünde Joan Allen kamera karşısına geçti. Bugüne kadarki kariyerinde üç kez Oscar adaylığı alan, bir kez de Tony ödülü sahibi olan Joan Allen’ın “Death Race” projesiyle ilgili yorumu şöyle:
“Harika bir senaryosu vardı. Özellikle karakter oluşumları beni etkiledi. Arabalar büyüleyici olduğu gibi konsept de heyecan vericiydi. Genel görünüm olarak bana ‘Road Warrior’ ve ‘Blade Runner’ı anımsattı. Anderson ile tanıştıktan sonra konuya ne kadar hakim olduğunu görünce katılmak istedim.”

Filmde üstlendiği hapishane müdiresi Claire Hennessey rolünün benzerini bugüne kadar hiç oynamadığını belirten Joan Allen, portresini çizdiği karakteri şu sözlerle tanımlıyor:

“Claire Hennessey kelimenin tam anlamıyla acımasız bir sosyopattır. Medyayla son derece içli dışlı olduğu için aklı sadece program reytinglerindedir. Sayılara kafasını o kadar takmıştır ki, insanların hayatını tehlikeye attığını aklına bile getirmez. ‘Death Race’i seyircinin izlemek istediği çok popüler bir program olarak görür. Bundan gurur duyar ve hissesine düşeni alır.”

Star sürücü Jensen Ames rolünde Jason Statham

Star sürücü Jensen Ames rolünde Jason Statham

“Death Race”in oyuncu kadrosunu oluşturmaya başlayan film yapımcıları, Anderson’un hayal ettiği sert ve acımasız dünyayı hayata getirecek oyuncu arayışına girdiler. İngiliz aktör Jason Statham ile tanışan Anderson, filmin baş karakteri Jensen Ames için en uygun aktör olduğunu düşündü.

Filmde portresi çizilen gelecek boyutunu Jensen Ames karakteri aracılığıyla kuran Anderson, bu karaktere ne gibi özellikler yüklediğini şu sözlerle açıklıyor:

“Yakın geleceğin şiddet yüklü yoksul dünyasında insanların çok az umut kalmıştır. Ancak Ames’in yaşamak için bir sebebi vardır. Aslında durumu hiç de iyi değildir. Çelik işçisi olarak çalıştığı fabrikanın kapanmasından sonra işini kaybetmiştir. Daha önce de hapishaneye girmiş, sert mizaçlı bir adamdır. Dolayısıyla hapishane ortamına alışkındır. Sevdiği bir kadın olmasa dışarıdaki dünyaya geri dönmeyi bile aklına getirmeyecektir. Ancak sevdiği kadından bir çocuğu vardır ve bu yarış tek şansıdır.”

Gerçek yaşamında iyi bir sporcu olan Jason Statham için “Death Race” gibi bir aksiyon filminde rol almak çok büyük bir zorluk getirmeyecekti. Daha önce oynadığı “The Transporter”, “Crank” ve “The Bank Job” gibi aksiyon ağırlıklı filmlerde bol miktarda dövüş sahnesi yapmıştı.

“Death Race” projesinin aksiyon boyutu ve hızlı arabalar nedeniyle dikkatini çektiğini ifade eden Jason Statham, “Ancak Anderson’un geleceği ilişkin vizyonu beni daha çok etkiledi. Bu filmde anlatacağı öykü hakkında geniş kapsamlı bilgi verdi. Arabaların görüntülerinden karakter duygularına kadar her detayı kafasında çok iyi canlandırdığını gördüm. Senaryonun son derece coşkulu, keyifli, karanlık, şiddet yüklü ve seksi olduğunu görünce Jensen Ames rolünü kabul ettim” diyor.

Projeye ilgi duymasının bir sebebinin de arabalar olduğunu belirten Statham, Anderson’un kendisine gösterdiği araba çizimlerini çok beğendiğini, özellikle Hennessey’e ait ‘Frankenstein’ adlı Mustang’dan etkilendiğini vurgulayarak, “Daha önce de nitrus oksidli arabalar görmüştük ama Anderson’un bu film için düşündüğü gibi bir arabaya hiç rastlamamıştım” diyerek sözlerini sürdürüyor.

Anderson, “Death Race” projesinin senaryo yazımını da üzerine alıp Universal’e getirdi

İngiliz film yapımcıları Paul W.S. Anderson ile Jeremy Bolt’un, Roger Corman imzalı “Death Race 2000”in hayranı olmaları şaşırtıcı değildir. İkilinin dünya çapında şöhrete kavuştuğu “Shopping” adlı filmlerinin konusu yakın gelecekte geçiyordu ve yarış tutkunu gençleri konu almıştı. Dolayısıyla yeni projeleri için esin kaynağı ararken yapımcı Roger Corman ile yönetmen Paul Bartel’in 1975’te çektiği “Death Race 2000”i seçmeleri son derece doğal bir tercihti.

Paul W.S. Anderson, orijinal filmden aklında kalanları şu sözlerle anımsıyor: “İngiltere’de geçen gençlik yıllarımda Corman’ın filminin sıkı hayranıydım. Ailelein görmemizi istemediği tipte bir filmdi. Çünkü her karesinde olağanüstü şiddet ve aşırı dozda çıplaklık vardı. Bu yüzden o filmi çok sevmiştim.”

Corman ile 1994 yılında düzenlenen 7. Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde “Shopping”in gösterimi sırasında tanışan yapımcı Bolt ile yönetmen Anderson, “Death Race 2000”in günümüz izleyicisi için yeniden çekilmesi fikri üzerinde konuşmuşlardı. Anderson ile Bolt o günlerde Paramount için “Event Horizon”u çekiyorlardı. Dolayısıyla Paula Wagner ve Tom Cruise ile tanışma fırsatı buldular. O günlerde C/W Productions adını verdikleri yapım şirketini yeni kuran Paula Wagner ile Tom Cruise, “Death Race”in güncellenmesine ilgi duyduklarına ifade etmişlerdi.

Ancak projenin tam anlamıyla şekillenebilmesi için aradan 14 yıl daha geçmesi gerekti. Günümüz izleyicisinin reality televizyon olgusuna aşırı ilgi duymasından esinlenen Anderson ve yapımcılar, filmin konusunun distopik yakın gelecekte geçmesine karar verdiler. Reality TV olgusunun en ekstrem boyutlarını kullanmak suretiyle yarışçıları gladyatör tarzı bir mücadeleye girmek zorunda bırakılan mahkumlara dönüştürdüler.

Bugüne kadar “Resident Evil” ve “AVP: Alien vs. Predator” gibi başarılı aksiyon filmlerinin senaryosunu yazıp yönetmiş olan Anderson, “Death Race” projesinin senaryo yazımını da üzerine alıp Universal’e getirdi. Anderson’un filmde portresi çizilen dünya ile ilgili yorumu şöyle:
“Günümüzün dünyasına kıyasla daha sert ve acımasız bir dünya vardır. Ama o dünyayı bugünden de hissedebiliriz. ‘Death Race’ projesine yol açan etkenlerin başında suç oranlarının patlama yapması ve reality televizyon olgusunun hızla büyümesi gelir. Dokuz yarışçı ölümüne bir yarışa girişirler. Onlar günümüzün gladyatörleridir, yarış pisti de günümüzün kolezyumudur. Bu aksiyon-gerilim filmi, Corman’ın klasik yapıtından hayli farklıdır ama değişmeden kalan bir şey vardır: Favori yarışçılarının rakiplerini katletmesini seyredenler, ortalık kan gölüne döndükçe tıpkı arenadaki seyirciler gibi mutlu olurlar.”

Terminal Adası: Çok yakın gelecek

Death Race - Ölüm Yarışı

Yönetmen: Paul W.S. Anderson
Oyuncular: Jason Statham, Joan Allen, Tyrese Gibson, Ian McShane, Natalie Martinez
Senaryo: Paul W.S. Anderson
Yapımcılar: Paul W.S. Anderson, Jeremy Bolt, Roger Corman, Paula Wagner
Prodüksiyon Amiri: Steven Spielberg
Görüntü Yönetmeni: Scott Kevan, Prodüksiyon Tasarımı: Paul D. Austerberry
Kostüm Tasarımı: Gregory Mah, Kurgu: Niven Howie
Set Dekorasyonu: Paul Hotte, Sanat Yönetmeni: Nigel Churcher, Özgün Müzik: Paul Haslinger
Universal Pictures / UIP Filmcilik

Terminal Adası: Çok yakın gelecek

Ekstrem sporlara ve reality kanallarındaki yarışmalara duyulan büyük ilgi, reality TV ekranlarını kan gölüne çevirmiştir. Sıra artık dünyanın en ekstrem yarışına gelmiştir ve katılımcıları katil ruhlu mahkumlardır. Özel donanımlı arabalar, birbirinden acımasız ve tehlikeli mahkumlar, yarışın seyrini belirleyen yöneticiler el ele vererek dünyanın en çok rating alan dizisini yaratmışlardır. “Ölüm Yarışı”nın kuralları basittir: Beş yarış kazan, özgürlüğünü al. Kaybedersen ölürsün!

“Transporter” filmleriyle “The Bank Job”dan tanıdığımız uluslar arası aksiyon yıldızı Jason Statham, filmde yarış pistlerinde üç kez şampiyonluk kazandıktan sonra vahşice bir cinayet işlemekten hapishaneye düşen mahkum Jensen Ames rolünde oynadı.

“Ölüm Yarışı” adlı reality TV programının efsanevi sürücüsü Frankenstein’ın maskesini giymek zorunda kalan Jensen Ames’e (Jason Statham), hapishanenin acımasız müdiresi Claire Hennessey (Joan Allen) tarafından tercih yapma şansı sunulur. Ya maskeyi giyip ölüm yarışına katılacak ya da geride bıraktığı küçük kızını asla göremeyecektir.

Yüzünü maskeyle kapatan Jensen Ames, özgürlüğüne kavuşmak amacıyla üç gün sürecek çılgınca bir yarışa katılacaktır. Ancak ödülü almak için aralarında ülkenin en azılı katili Makineli Tüfek Joe’nun da (Tyrese Gibson) yer aldığı en vahşi suçlulara karşı ölüm kalım mücadelesi vermek zorundadır. Üzerine iki adet mini-top, alev makinesi ve napalm monte edilmiş Mustang V8 Fastback yarış aracını kullanmak için antrenöründen (Ian McShane) eğitim alan bu masum adam, dünyanın en tehlikeli sporunun büyük ödülü özgürlüğe ulaşmak için yoluna çıkan herşeyi yok edecektir.

Universal Pictures’ın sunduğu “Ölüm Yarışı – Death Race”in yönetmenliğini Paul W.S. Anderson (Resident Evil serileri, AVP: Alien vs. Predator) üstlendi. Senaryosunu da Anderson’un yazdığı filmin yapımcılığını Paula Wagner (Mission: Impossible serileri, War of the Worlds) ile Jeremy Bolt (Resident Evil serileri) gerçekleştirdi. Başrollerinde Jason Statham, Joan Allen, Tyrese Gibson, Ian McShane ve Natalie Martinez kamera karşısına geçti.

Şok edici reality show programının beyazperdede hayata geçirilmesi için görev yapan kamera arkası ekibinde aksiyon yapımlarının deneyimli isimleri yer aldı. Görüntü yönetmenliğini Scott Kevan (Cabin Fever, Stomp the Yard), kurgu editörlüğünü Niven Howie (Dawn of the Dead, Resident Evil: Extinction), prodüksiyon tasarımlarını Paul Denham Austerberry (30 Days of the Night) gerçekleştirdi. Müziklerini Paul Haslinger (Underworld, Prom Night) besteledi.

My Best Friend’s Girl oyuncuları anlatıyor

“My Best Friend’s Girl”ün cazibesinin kaynağında Alexis ve Tank karakterlerinin sıradışı bir çift oluşturması ve farklılıklarına rağmen birbirleriyle iletişim kurabilmeleri vardır. Tank bugüne kadar hep aynı tarzı uygulamış, çıktığı kızları her defasında kendisinden nefret ettirerek eski sevgililerine geri döndürmeyi başarmıştır. Ancak Alexis diğer kızlara hiç benzemez. Tank’in attığı adımların gerçek sebebini sezinleyecek bilgeliğe sahiptir. Bu durum önce Tank’i hayrete düşürür, sonra büyülemeye başlar, son olarak da aklını başından alarak Alexis’e aşık olmasına yol açar.

Filmin başarısında başroldeki iki oyuncu arasındaki uyumun çok önemli yeri olduğunu belirten yapımcı Barry Katz, “Kate Hudson ile Dane Cook’un adeta dans edercesine uyumlu oyununu izlemek başlıbaşına bir keyifti. Kamera dışında da birbirleriyle çok iyi anlaştılar. Kamera önünde ve arkasında bu iki oyuncuyla aynı ortamda bulunmak ayrı bir keyifti” diyor.

Bu konuda son noktayı Howie Deutch koyuyor: “Kate ile Dane arasında müthiş bir kimyasal çekim gücü oluştuğuna hiç kuşku yok. Nitro ve gliserin gibiydiler. Sonuç şiddetli bir patlama oldu.”

Dane Cook’un enerjisinden ve oyun tarzından çok etkilendiğini kabul eden Kate Hudson, rol arkadaşıyla ilgili olarak, “Dane yaptığı işe önem veren bir oyuncu… Herşeyden önce performansı üzerinde odaklandı ve en iyiyi yapmak istedi. Onunla birlikte çalışmak son derece keyifliydi” yorumunu yapıyor.

Dane Cook’un rol arkadaşı Kate Hudson ile ilgili gözlemi ise şöyle: “Kate ile çalışmak taptaze havayı solumak gibiydi. Karşınıza dinlemesini bilen bir oyuncu çıktıysa daha iyisini bulamayacağınızı bilmelisiniz. Kate ile diyaloglarımız inanılmaz güzellikteydi. Filmin setlerinde her yeni çekimi heyecanla bekliyor ve, ‘Yeni çekimde onu zorlayabilecek daha neler yapabilirim?’ diye heyecan duyuyordum.”

“My Best Friend’s Girl”teki aşk üçgenini tamamlayan üçüncü oyuncu Jason Biggs oldu. “American Pie – Amerikan Pastası” serisindeki performansıyla adını genç aktör, Alexis’i fena halde kafasına takan ve onunla tekrar beraber olmak için herşeyi göze alan Dustin rolünde oynadı.

Jason Biggs filmdeki rolü için, “Dustin karakterine bakınca akla en başta ‘sinsi’ sözcüğü geliyor ama o aslında çok tatlı birisidir. Kağıt üzerinde mükemmel erkek arkadaştır ama ilişkilerde biraz yetersiz kalır. Olup bitenin farkına çok geç varır ama artık iş işten geçmiştir.”

Kamera karşısında inandırıcı bir “ekran arkadaşlığı” oluşturabileceği bir rol arkadaşı bulmanın kendisi için hayati önem taşıdığını ifade eden Dane Cook, “İki erkek arasında gerçek bir bağlılık olduğunu izleyicinin hissetmesi çok önemliydi. Jason ile ilk tanıştığımız anda bunu başarabileceğimizi hemen anladım. Karşılıklı olarak son derece özgün bir oyun ortaya koyduk” diyor.

Kate Hudson’ın Jason Biggs ile ilgili yorumu ise şöyle: “Jason’daki enerji çok sevimliydi. Öylesine yetenekli ve espri dolu bir oyuncuydu ki, onunla çalışmak çok eğlenceli bir deneyim oldu. Kariyeriniz boyunca size esin kaynağı olabilecek düzeyde çok az insanla tanışma fırsatı bulursunuz. Jason işte o oyunculardan birisiydi. Beraber çalışmaktan büyük zevk aldım.”

Son olarak J.J. Abrams’ın yapımcılığını üstlendiği “Cloverfield” adlı filmde izlediğimiz Lizzy Caplan, filmde Alexis’in küfürbaz ev arkadaşı Amy rolünde kamera karşısına geçti.
Genç oyuncu filmde portresini çizdiği Amy karakterini şu sözlerle tanımlıyor: “Amy müstehcen sözcüklerle konuşan bir kızdır. Sürekli argo konuşmaya bayılır. Alexis’i sevgilisinden ayrılıp kafasına göre yaşaması konusunda cesaretlendirenlerin başında o vardır.”

Filmin oyuncu kadrosunu deneyimli aktör Alec Baldwin tamamladı. Tank’in akademisyen babası Profesör Turner rolünde kamera karşısına geçen Baldwin, bu karakter için şu yorumu getiriyor:
“Kız kolejinde liberal görüşlü bir akademisyen olan Turner, gizliden gizliye şovenist ruhlu kadın avcısı bir çapkındır. Turner karakterinin bugüne kadar gördüğüm en iğrenç ve cinsel açıdan en bencil karakter olduğunu düşünüyorum. Erkek şovenizmi konusunda ondan daha aşırısını bulamazsınız. İğrenç bir adamdır. İnsanlar bu adama gülecekler, çünkü eğlenceli birisidir. Ancak hasta ruhlu bir adam olduğu kesin… Bu karakterin halini görünce insanların gülmek yanında üzülmesini de isterim.”

Yönetmen Howie Deutch’un Alec Baldwin’le ilgili yorumu şöyle: “Alec’in oyunu karşısında hepimiz şaşkına döndük. Bugüne kadar çalıştığım aktörler arasında ufukları en geniş oyuncu oldu. Aynı anda hem müthiş eğlenceli, hem de olağanüstü dramatik olmasını biliyordu. Bunu başarmak çok zordur. Bence o kendi ayarını kendisi yönetebilen çok farklı bir barometre gibiydi.”

Alec Baldwin ile sette kurduğu sıcak dostluğun flmdeki baba-oğul ilişkisini zenginleştirdiğini belirten Dane Cook, deneyimli rol arkadaşı için düşüncelerini şu sözlerle dile getiriyor: “Alec Baldwin bir klasiktir. Oynadığı karaktere inanılmaz bir enerji ve anlayışla yaklaşmasını bildi. Onunla birlikte çalışmak, bence insanın en sevdiği bluejean pantolonu giymesi gibi keyifliydi.”
Baba-oğulu canlandırdığı genç rol arkadaşı Dane Cook’un performansından etkilendiğini, başrol oyuncusu olmanın gerektirdiği sorumluluğu taşıyabilecek çapta olduğunu söyleyen Alec Baldwin, bu konudaki düşüncelerini şu sözlerle dile getiriyor:

“Dane gibi genç ve başarılı bir aktörle karşılaşmaya hiç hazırlıklı değildim. Hem komik olmayı başaran, hem de izleyicinin kızı öpmesini isteyeceği aktörlerin sayısı çok fazla değildir. Dane Cook’un ileride yapabileceği çok daha fazla film var. Son derece birikimli ve yetenekli bir oyuncu…”

Yönetmen Howie Deutch açısından “My Best Friend’s Girl” gibi bir filmi yapmanın çok özel bir önemi vardı. 1980’li yıllarda imzasını attığı “Pretty in Pink” ve “Some Kind of Wondergul” gibi filmlerdekine benzer öykü çizgisine geri dönüş için bir fırsat olarak görüyordu.

Deutch bu filmi yapmaktaki amacını şu sözlerle özetliyor: “Uzun süreden beri romantik bir filme geri dönüş şansını bulamamıştım. Doğrudan doğruya ilişkiler üzerine eğlenceli bir film yapmak istiyordum. Neden birlikte olduğumuz konusuyla, kısacası ilişkilerle yakından ilgileniyorum. İlişkileri özel yapan şeyin ne olduğunu bulmaya çalışıyorum. Ne zaman birbirleriyle flört eden bir erkekle bir kız görsem, neler yaptıklarını saatlerce izlesem yine de bıkmam.”

Genç aktör Dane Cook’un yönetmeniyle ilgili yorumu şöyle: “Howie Deutch’un çalışma tarzında Jack Lemmon ve Walter Matthau gibi usta komedyenlerle çalışmış olmanın getirdiği eşsiz bir deneyimin izleri var. Komediyi iyi bildiği gibi aynı zamanda yönetim stiline derinlik de katıyor. Kendisine üstüste sorular soracak kadar çok güvendim. Bence o bu filmin beyni oldu.”

“My Best Friend’s Girl”ün çekimleri

Filmin oyuncu kadrosu, Deutch’un sette uyguladığı doğaçlama tekniğini takdirle karşıladı. Bazı günlerde kamerayı sürekli açık tutmak suretiyle kameradaki film bitene kadar kesintisiz çekimler alıyordu.

Setteki doğaçlama yönteminden memnun olduğunu ifade eden Kate Hudson’un bu konudaki gözlemleri şöyle: “Oyuncuların üstlendiği karakteri geliştirirken elinde ne varsa ortaya koymasını isteyen yönetmenlerden birisi de Howie’dir. Bence bir film setinde hissedilebilecek en iyi duygu budur.”

“My Best Friend’s Girl”ün çekimleri, Massachusetts eyaletindeki Boston kentindeki mekanlarda gerçekleştirildi. Filmin çekimlerinin Boston’da yapılması, bu kentin bir banliyösü olan Arlington’da doğup büyümüş olan Dane Cook açısından bir çeşit eve dönüş gibi oldu.

Genç aktör bu konudaki izlenimlerini şu sözlerle aktarıyor: “Komedi dünyasına ilk adımımı 1990 yılında Cambridge’deki Harvard Square’de attım. Boston’a geri dönüp bir süre çalışmayı hep istemiştim. Bu benim hayalimdi. Kate Hudson, Jason Biggs, Howie Deutch ve Alec Baldwin ile birlikte film yapmak, Mr. Russell’ın tarih dersindeyken kurduğum hayallerin gerçek olması gibiydi. Hiç uyanmak istemediğim bir rüyanın gerçeğe dönüşmesinin keyfini çıkartmaya benziyordu.”

Kate Hudson’un Boston ile ilgili yorumu ise şöyle: “Boston harika bir kent… San Francisco’nun doğu yakasına benzettim. Böyle bir kentte yapılan çekimlerde bize sağlanan rahat ve dingin atmosferde çalışmanın huzurunu tüm kadro olarak hep birlikte yaşadık. Hepimiz oynadığımız karakterleri gerçekten çok sevdik. Setlerimiz harikaydı. Daha önce hiç göstermediğimiz bazı yönlerimizi gösterme fırsatı bulduk. Rolümüzün hakkını verebilmemiz için Howie ne gerekiyorsa yaptı. Harika bir deneyimdi.”

My Best Friend’s Girl, Dane Cook filmi yorumluyor

“My Best Friend’s Girl”in yapımcılarının önünde “R” ratinginin getirdiği özgürlük ortamı vardı. Ancak buna rağmen yapımcılar her türlü abartılı davranıştan bilerek ve isteyerek kaçındılar. Yapımcı Josh Shader bu konudaki yaklaşımlarını şu sözlerle açıklıyor:

“Dustin ile Tank’in pornografi üzerine konuştuğu; Amy ile Alexis’in mastürbasyondan bahsettiği sahnelerdeki davranışların hepsi gerçektir. Yakın arkadaşlar kendi arasında nasıl konuşuyorsa öyledir. Bu filmi yaparken limitleri zorlamak gibi bir niyetimiz olmadı. Tek isteğimiz herşeyi en gerçek şekliyle göstermek, böylece izleyicinin o karakterler aracılığıyla kendisini tanımasını sağlamaktı.”

Bugüne kadar rutin stand-up rolleriyle tanınan Dane Cook, romantik komedilerin güçlü kuvvetli, azimli ve sebatkar erkeği rolleriyle ün yaptı. Bunlar arasında “Employee of the Month”un tembel ve kaytarıcı ruhlu süpermarket elemanı ve “Good Luck Chuck”ın evlenmeye istekli erkeği rolleri başı çekiyordu. Yeni filminde kendi komedi anlayışına daha uygun düşen bir rol bulmak istiyordu.

Aynı zamanda Cook’un menejeri de olan yapımcı Brian Volk-Weiss, “Bu filmde sivri birşeyler yapmak istedik. Dane Cook’un oldukça sivri bir mizah anlayışı olduğu için bu senaryo çok uygundu. Okur okumaz Dane’i arayıp haber verdim. Okuduktan sonra hemen beni arayıp, ‘İşte bu, işte bu!’ dedi.”

Tank karakteri aşık olmaya kesinlikle ilgi duymayan müzmin bir bekardır. En azından başlangıçta böyledir. Kısacası kızların arzu etmeyeceği tipte bir erkektir. Kız arkadaşlarını kaybeden erkekler, eski sevgilileriyle çıkması için onunla anlaşma yaparlar. Çünkü Tank, kızlara öyle iğrenç şeyler yapar ki, yaşadıkları bu berbat deneyimden sonra eski sevgililerini mumla arayıp koşa koşa geri dönerler.

Yapımcı Greg Lessons’ın Tank karakteriyle ilgili yorumu şöyle: “O karşılaşabileceğiniz en aşağılık erkektir. Her türlü berbat özellik onda fazlasıyla vardır. Ancak özünde o bir romantiktir. Yaptığı şey aslında insanları yeniden bir araya getirmektir. Bunu inkar etmez. Filmde de Tank karakterinin kişilik yapısında bulunan bastırılmış romantizmin aniden patlaması anlatılır.”
Yapımcı Josh Shader ise, Dane Cook’un performansına şu yorumu getiriyor: “Dane Cook’un gerçek anlamda kendisi olduğu bir karakteri canlandırmasından eminim ki izleyici de keyif alacaktır. Sonunda hem komedi açısından, hem de duygusal açıdan kendisini tam olarak ifade edeceği bir rol buldu.”

Tank gibi ekstrem bir karakteri oynama fikrinden heyecan duyduğunu ifade eden Dane Cook’un portresini çizdiği karakterle ilgili düşüncesi şöyle: “Gerçekten çok cazip bir roldü. Böyle bir karakteri her zaman oynamak istemiştim. Kötü adam olmak çok eğlenceli! Herkes kötü adamı sever. Ayrıca kötü adamda bir dönüşüm olduğu zaman daha fazla sever. Tank de böyle bir dönüşüm vardır.”

Ancak Tank karakterinin çelişkileri, Dane Cook’u bir aktör olarak epeyce zorlayacak miktardaydı. Tank karakterinin duygusal olgunluk yolunda çıktığı bu kayalık yolda ahlaksız bekarı oynayarak izleyicinin sempatisini kazanabilecek miydi? Böyle bir karakterle izleyiciyi güldürebilecek miydi?

Dane Cook ve yapımcı Howie Deutch’un bu konuda cevabı, Tank’in içinde bulunduğu ikilemin ve mücadelenin mümkün olduğunca otantik şekilde verilmesi oldu. Yapımcı Howie Deutch’un bu konudaki yorumu şöyle: “Bu filmde bir erkeğin olgun bir erkek olması yolculuğu anlatılır. Amacımız sadece espri yaparak izleyiciyi güldürmek olmadı. Aynı zamanda gerçekçi davranarak izleyicinin karakterlerle bütünleşmesini sağlamak istedik.”

Yapımcı Doug Johnson da şunları ekliyor: “Tank gibi bir karaktere oynayacak aktörün herşeyden önce kendisine güvenmesi ve gerçekçi bir oyun ortaya koyması gerekir. Dane Cook’un yakaladığı başarı buydu. Bu filmde birçok izleyiciyi şaşırtacak dozda romantik ve duygusal özellikler vardır.”

My Best Friend’s Girl, Kate Hudson anlatıyor

Lionsgate’in sunduğu “My Best Friend’s Girl”in başrolündeki romantik çift, ilk bakışta gelmiş geçmiş en uyumsuz ikili gibi gözükebilir. Ayrıca konu açısından da geleneksel tarzda yapılmış romantik komedilerden kesinlikle çok farklıdır. Tank karakteri, kadınları baştan çıkarıp manipule etme becerisini kendisi için karlı bir işe dönüştürmüş müzmin bir bekardır. Alexis ise aklını evliliğe takmış erkekler için ideal kadındır. Ancak tek eşli ilişkilerden bıktığı için biraz da rastgele seks istemektedir. “My Best Friend’s Girl”ü benzeri diğer romantik komedilerden ayrıştıran gerçek romantizmin kaynağı, işte bu uyumsuz ikilinin hiç beklemedikleri anda birbirlerine doğru çekilmesinden gelir.

“Bu filmdeki ilişkiler fotoğraf mükemmelliğinde değildir” diyor Alexis rolünde oynayan Kate Hudson, “Çünkü gerçek hayattaki ilişkiler asla fotoğraf mükemmelliğinde olmaz. Hepimiz insanız. Hepimiz hata yaparız. Bu filmde aşkın getirdiği karmaşık duygulara farklı bir bakış getirmek, sevgililerin çıktığı yolculuğu izleyenleri bol bol güldürmek istedik.”

Kate Hudson’ın rol arkadaşı Dane Cook şunları ekliyor: “Bu filmi özgün kılan yanı, baş karakterlerin her ikisinin de aşık olmayı bile istemiyor oluşudur. Hiçbir anlamda geleneksel romantik komedi olduğu söylenemez. Ancak çok aykırı yapısı olsa bile yürekli bir yapımdır.”
Alexis rolünde kamera karşısına geçen Kate Hudson, portresini çizdiği karakterin yıllarca tek eşli ilişki yaşadıktan sonra sahaya inerek serbest sekse açılma isteği konusunda şu yorumu yapıyor:
“Başarılı bir avukat olan Alexis’i, filmin başlangıcında Dustin (Jason Biggs) ile yaşadığı ilişkiye son verirken görürüz. Artık tek olmanın avantajını yaşamaya kesin kararlıdır. Bugüne kadar oynadığım rollerin hepsinden farklıydı. İlk defa olarak erkeklerin yaptığı şekilde ilişkiye son verdim. Alexis karakterinin artık biraz özgür olmaya ihtiyacı vardır. Ancak çok genç olduğu ve tam donanımlı olmadığı için başlangıçta karşısına çıkan erkekleri yağmalarcasına davranışlar içine girer. Sanki, ‘Evet ben de bunu yapabilirim, bu şekilde flört edebilirim. Duygusuz olabilirim’ der gibidir.”

Kate Hudson sözlerine şöyle devam ediyor: “Karşıdakine bağlılık sözü vermeden yapılacak seks için Tank ideal erkek gibi gözükür. Tank ile tanıştığı andan itibaren kişiliğinin o güne kadar deneyimlemediği bir yönünü sergilemeye başlar. Elbette yeni zevklerinin tadını fazlasıyla çıkaracaktır.”

Kate Hudson komedi kariyerini bugüne kadar oynadığı “How to Lose A Guy in 10 Days” ve “You, Me and Dupree” gibi filmlerle yeterince sağlamlaştırmıştı. “My Best Friends’s Girl”de oynadığı rol ise ona ilk kez R-Ratingli (belirli yaş gruplarına kapalı) bir romantik komedide oynama fırsatı getirdi.

Güzel oyuncunun bu konudaki yorumu şöyle: “Birçok insanın normal gündelik yaşamda yaptığı ve birbirine söylediği belirli şeyleri sonunda ben de yapmayı başardım. Açıkçası ‘Sex and the City’ kızlarının yaptığı şeylerden uzun süredir epeyce keyif alıyor, eğlenceli buluyordum. Daha önceki filmlerimden hiçbirisinde mastürbasyona yardımcı set arayışında olmamıştım.”
Kate Hudson’ın çekimler sırasında en sevdiği deneyimlerden birisi de, Tank’in Alexis’i striptiz kulübüne götürdüğü sahne oldu. Tank’in niyeti aslında onu kızdırmaktır ama Alexis o kadar alkollüdür ki, kızmak yerine olaydan keyif almaya başlayınca şaşırır.

Kate Hudson bu sahneyi şu sözlerle yorumluyor: “Gerçekten çok çok eğlenceli bir andı. Bu sahneyi okuduğumda bir an önce yapmak için heyecanlandım. Bugüne kadar hiçbir filmimde alkollü olmamıştım. Biraz çılgın olmak ve hiçbir şeyi umursamamak harikaydı. Bu filmde daha önce yapmadığım ve yapmaktan keyif aldığım birçok sahne var. Bu açıdan benim için yepyeni bir deneyimdi.”

My Best Friend’s Girl

Yönetmen: Howard Deutch
Oyuncular: Dane Cook, Kate Hudson, Jason Biggs, Lizzy Caplan, Alec Baldwin
Senaryo: Jordan Cahan
Yapımcılar: Guymon Casady, Dane Cook, Adam Herz, Doug Johnson, Barry Katz, Josh Shader
Görüntü Yönetmeni: Jack N. Green, Prodüksiyon Tasarımı: Jane Ann Stewart
Kostüm Tasarımı: Marilyn Vance, Kurgu: Seth Flaum
Set Dekorasyonu: Kyra Friedman, Özgün Müzik: John Debney
Lionsgate Films / UIP Filmcilik

Çok güzel, akıllı ve dikbaşlı Alexis, Dustin’in tam hayallerindeki kızdır. Ancak birkaç haftalık flört döneminin ardından aşk sarhoşu Dustin’in gözü açılmaya başlar. Alexis’in ilişkiyi sürekli olarak yavaşlattığnı anlama noktasına gelmiştir. Kızı yeniden kazanabilmek için çaresizlik içinde en iyi arkadaşı Tank’in yardımına başvurur. Kendisini “geri tepme uzmanı” olarak tanımlayan Tank, kadınları önce baştan çıkartıp sonra kızdırarak ayrılma konusunda ustadır. Sevgilisinden tekmeyi yemiş erkeklerle sözleşme yapar, onların ex-sevgilileriyle ilişki başlatarak hayatlarının en berbat flört ilişkisini yaşatır. Öyle iğrenç bir deneyim yaşatır ki, kızlar eski sevgililerine koşa koşa geri dönerler.

Ancak sihirli değneğini Alexis üzerinde denemeye kalkışan Tank, hayatının en büyük sınavıyla karşı karşıya kalır. Alexis onun blöfünü görebilen ilk kızdır. Alexis’in zekası karşısında şaşkına dönen Tank, en iyi arkadaşı Dustin’e duyduğu sadakat ile onun kız arkadaşına hissettiği tuhaf çekim duygusu arasında bocalamaya başlarken iki arada bir derede kalacaktır.

Lionsgate’in sınır tanımayan seksi romantik komedisi “My Best Friend’s Girl”in yönetmenliğini Howard Deutch üstlendi. Senaryosunu Jordan Cahan’in yazdığı filmin başrollerinde Kate Hudson, Dane Cook, Jason Biggs ve Alec Baldwin kamera karşısına geçti.

Oliver Stone Beyaz Saray'ı anlatıyor

Yönetmen Oliver Stone, izleyicinin bu filmi Bush ailesinin yanlış yolda yürüyen uyumsuz oğluyken dünyanın en güçlü adamlarından birisi haline nasıl geldiğinin; Amerika Birleşik Devletleri Başkanları arasında en etkileyici başkanlardan birisi oluşunun, başkanlık makamındaki ilk yıllarının nasıl geçtiğinin ilginç masalı olarak algılamasını umuyor.

Filmin Bush’u incitmeye veya değerini ölçmeye yönelik olmadığını özellikle belirten yönetmen, yargılama gibi bir niyeti taşımadığının altını çizerek şunları söylüyor:

“Bu filmde Bush’u aşağılama veya incitme gibi bir niyetimiz olmadı. Zaten yönetmenlik anlayışıma göre böyle bir yaklaşım da doğru değildir. Filmde geniş bir zaman dilimi var. Negatif bakış açısına nasıl ihtiyaç duyabiliriz ki? Bush’un kendi sözleriyle konuşmasına izin verdik. Kendi kişilik yapısının ve kişisel tarihçesinin bir fonksiyonu olarak Irak Savaşı’na kalkışmasında kendi sebeplerini göstermeyi hedefledik. Umarım ki izleyici sinema salonundan çıkarken, ‘Bu adamı anlıyorum. Düşüncelerine katılmıyorum ve sonuçlarından hoşlanmıyorum ama anlıyorum” diyecektir.”

Oliver Stone sözlerini şöyle noktalıyor: “Bu bir dramadır. ‘Oedipus’ filminden çıkarken Oedipus’u sevdiğimi söylemem. Agamemnon’u da sevdiğimi söyleyemem. Hatta Yunan kahramanların çoğundan hoşlandığımı söyleyemem. Onlardan bazıları aşağılık heriflerdir. Ancak onları seyrederken öykülerini izlersiniz. Sonuçta bir dramadır. Sempatiyle bakabileceğiniz bir karakter bulmak kolay olabilir ve böyle olması makbuldür. Nitekim film stüdyosu uzmanları ‘makbul’ sözcüğünü severler. Ancak aynı zamanda yanıltıcı bir yoldur. Eğer biz herkese sempati duyarsak, yapay bir değerler sistemi yaratırız. Bence daha doğru ve gerçek olanı, her zaman onaylamasak da empati duyabileceğimiz ve anlayabileceğimiz karakterler yaratmaya çalışmaktır.”

Beyaz Saray filminin çekim ortamları

“W”nin çekimleri, 2008 yılı ilkbaharında Louisiana’ya bağlı Shreveport’ta dokuz haftalık çalışmayla gerçekleştirildi. Bu tercihte yapımcılara çeşitlilik sunan mekanların yanısıra bu eyaletin uyguladığı vergi indirimlerinin de payı vardı.

Shreveport’taki mekanların, Yale Üniversitesi’ne, Beyaz Saray’a ve Bush ailesinin Teksas Crawford’daki çiftliğine dönüştürülmesi görevini Prodüksiyon Tasarımcısı Derek Hill üstlendi. Bu dönüşümleri yapması için önünde sadece 10 haftalık süre vardı.

Filmin Louisiana’da çekilmesine rağmen olabildiğince otantik olmasını hedeflediğini söyleyen Derek Hill, uyguladığı yaklaşımları şu sözlerle özetliyor:

“Oliver ile çalışırken daima gerçeğe en yakın durmaya çalışırız. Sonuçta anlattığımız olayların hepsi belgeli olaylardır. Senaryodaki her detayı kontrol ettim, en ufak bir aykırılık bulduğum anda Oliver’ın dikkatine sundum. Mekan seçerken ana hedefimiz Oliver’ın geliştirdiği öyküye mümkün olan en uygun ortamları oluşturmaktı. Konu ne olursa olsun, bir Oliver Stone filminde çalışmak insanı daima daha zeki yapar. İşinizi tamamladığınızda başladığınız noktadan çok daha ileride olduğunuzu bilirsiniz.”

Derek Hill ve ekibi, hazırlık aşamasında çeşitli web sitelerini dolaştılar, bulabildikleri her kitabı okuyup belgeselleri izlediler. Getty Images ve Corbis’ten fotoğraf aldılar. Hatta Teksas ağırlıklı sahneler için havadan kendi özel çekimlerini bile yaptılar.

Filmin en kritik sahnelerinden birisinin geçtiği setlerden birisi de, Beyaz Saray’da Durum Odası (Situation Room) olarak bilinen ve dünya gündemiyle ilgili toplantıların yapıldığı ortamdı.

Prodüksiyon Tasarımcısı Derek Hill, Durum Odası setiyle ilgili neler yaptığını şu sözlerle açıklıyor: “Önemli sahnelerden birkaç tanesi Durum Odası’nda geçer. Bu nedenle tasarımını gerçeğine en uygun şekilde yapmamız gerekiyordu. Oliver’ın ihtiyaç duyduğu her detayı çekim alanı içerisine alabilmeliydik. Kameralar, teknik ekipler, ışık ve ekipmanların yerleştirilebilmesi için gerçeğinden biraz daha büyük yaptık. Oliver’ın çekmek istediği açılara uygun şekilde çalışma yaparak bu ölçekte tasarladık. Bush ekibinin oturduğu masayı tasarlarken parçalara ayrılabilecek şekilde yaptık. Böylece Oliver istediği sahneleri parçalar halinde yapma fırsatını buldu.”

Durum Odası’nda geçen bir başka önemli sahne de, Bush yönetiminin belirli üyelerinin Yeni Dünya Düzeni’ni tanıtmak için kullandığı elektronik haritayla ilgilidir. Prodüksiyon tasarımcısı Derek Hill ve ışıklandırma baş teknisyeni David Lee, bu sahne için Durum Odası’ndaki masanın üzerine daire şeklinde oval bir ışık inşa ettiler. Bunu elektrik akımını kontrol eden bir cihazla ayarlamak suretiyle çekim sırasında ışığı artırıp azalttılar. Böylece harita, ön ve arka projeksiyon sistemiyle yapılmış oldu.

Filmin konusu George W. Bush’un üniversite günlerinden başkanlık dönemine kadar uzun bir sürece yayıldığı için çok fazla karakter vardı. Özellikle kostüm, saç ve makyaj departmanlarının önünde çok kapsamlı ve zorlu günler olacağı belliydi.

Kostüm Tasarımcısı Michael Dennison, diğer departmanlar gibi kendisinin de araştırma sürecinde çok sıkı çalıştığını ve tüm çalışmasını Oliver Stone’un anlatacağı öyküye ithaf ettiğini belirterek, yaklaşımını şu sözlerle açıklıyor:

“Filmin akışı boyunca bazı karakterlerin yedi veya sekiz kostüm değişikliği vardır. Bazılarında ise bu sayı 18-21 değişikliği bulur. Kıyafet değişiklikleri konusunda Bush ailesi çoğunluktadır. Bush’un kabine üyelerinin ise Beyaz Saray’a özgü kıyafet tarzları vardır. Ancak bazı kıyafetlerde eğlence olsun diye bazı küçük farklılıklar yarattık. Tarihi kopyalamak yerine bazı değişimleri gündeme getirdik. Filmimizdeki kostümler temsilidir ama doğrudur. Sadece birer yorumdur.”
Aynı mentalite makyaj konusunda da uygulandı. Oliver Stone’un deyimiyle, aktörler oynadıkları insanların “tıpkısının aynısı” olmak yerine “benzerleri” oldular. Bu da peruklarla makyaj geliştiricilerinin belirgin bir tarzda kullanımı anlamına geliyordu. Özellikle George W. Bush rolündeki Josh Brolin çok sayıda protez kullandı. Ancak aslını taklit etme noktasına varmadı.

Makyaj Departmanı Başkanı Trevor Proud yapılan çalışmayı şu sözlerle özetliyor: “Karakterleri gülünesi yapmak yerine inanılası yapmak bizim sorumluluğumuzdu. Josh ile ilgili temel yaklaşımımız, izleyicinin onda farklı birşeyler olduğunun ve görünümünün hafifçe değiştiğinin farkına varmasıydı. Bu değişim abartılı olmamalıydı. Josh’un oynadığı Bush karakteri, sadece ABD’de değil, tüm dünyada çok iyi bilinen bir karakter olduğu için değişikliklerin incelikle yapılması gerekiyordu. Öylesine dikkatle yapmalıydık ki, izleyiciler onda farklı birşeyler olduğunun farkına varırken aynı zamanda onu George W. Bush olarak kabullenmeliydiler, o rolde oynayan Josh Brolin olarak değil…”

George W. Bush’un İngiltere Başbakanı Tony Blair ile toplantısı

Filmin akışında George W. Bush’un İngiltere Başbakanı Tony Blair ile kısa ama hayati önem taşıyan bir toplantısı vardır. Bu rolde kamera karşısına geçen Ioan Gruffud’un filmdeki rolü kısaydı ama buna rağmen kendisini “ailenin bir parçası” gibi hissetti. Bunda Oliver Stone’un yoğun provalarının önemli rolü olduğunu söyleyen Ioan Gruffud, deneyimlerini şu sözlerle aktarıyor:

“Oliver Stone’un çalışma tarzının en sevdiğim yönü, gerçek çekimler öncesinde çeşitli defalar prova yapmamız oldu. Böylece aktörler olarak birbirimizi önceden tanıma fırsatı bulduk. Kamera dışında belirli bir ilişki modeli geliştirebilirseniz bu kameraya da yansıyacaktır. Ayrıca Josh’u sosyal açıdan tanıdığım için şanslıydım. Thandie ile Elizabeth’i de yıllardır tanıyordum. Provalar sayesinde birbirimizi daha da iyi tanıma fırsatını bulduk. Her türlü tartışma önceden yapılmış oldu. Sonuçta çekimler başladığında biz filmi çok önceden çekmiş gibiydik. Hepimiz zaten o karakterlere bürünmüştük.

En güzel yanı da, birbirimizi bambaşka karakterlere dönüşmüş görmekten aldığımız keyifti. Josh’u Teksas vurgusuyla konuşurken ilk gördüğümde ‘İşte dönüşüm budur!’ diye düşündüm.

Aynı durum Thandie ve Elizabeth için de geçerliydi. Onların çalışması, Tony Blair’e kendi yorumumu getirmek için gerekli özgüveni bana verdi.”

Dışişleri Bakanı Colin Powell rolünde Jeffrey Wright

Filmin kadrosunu tamamlayan aktörlerden birisi de, Bush yönetiminine belki de en yakın isimlerden birisi olan Dışişleri Bakanı Colin Powell rolündeki Jeffrey Wright oldu. Deneyimli aktör filmde portresini çizdiği Colin Powell ile ilgili olarak şu yorumu yapıyor:

“Powell’ın ahlaki ve taktik kararlar arasında kurduğu dengeyi severim. Aynı zamanda Bush yönetimini zaman zaman sorgulamasını da beğenirim. Zaten bu yüzden zamanla dışlanmıştır.

Ancak çoğunlukla olan bitenin suç ortağıdır. Senaryoda Powell’ın adilce yargılandığını düşünüyorum. George W. Bush’un Yale’den başlayıp Beyaz Saray’a uzanan yolculuğunda bir bütünlük var. Oliver Stone’un daha önce çektiği ‘World Trade Center’ı izlediğimde benzer tipte dengenin ve seçkin tonlamanın olduğunu görmüştüm. Tüm bu nedenlerden dolayı senaryoyu cazip buldum.”

Colin Powell’ın politik kariyerini sona erdiren olay, Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşma olmuştu. Irak’ın ABD tarafından işgaline yol açan kitlesel imha silahlarıyla ilgili yeterli kanıt olmadan bu işe kalkışıldığını söyleyince gözden düşmüştü.

Jeffrey Wright’ın bu konudaki yorumu şöyle: “Savaşın akışında ne kadar önemli rol oynadığını, kariyerini ve kredibilitesini kendi sözleriyle nasıl sona erdirdiğini elbette biliyoruz. Ancak bu adamın bilmediğim birçok yönünü keşfetmek hoşuma gitti. Otobiyografisini okudum ve başarılarını araştırdım. Amerikan ordusunun ikinci dört yıldızlı siyah generaliydi. Etkileyici askeri birikimi vardı. Genelkurmay Başkanlığı düzeyine kadar yükselmişti. Çalışmalarıyla kendisini ülkesine adayan vatandaşın müthiş bir örneğiydi. Bence o trajik bir kahraman, Irak Savaşının akışında kurban olmuş büyük bir askerdi.”

Basın Danışmanı Ari Fleischer - Rob Corrdry

“The Daily Show” adlı televizyon programındaki çalışmalarıyla tanınan Rob Corrdry ise, politik taşlama konusundaki becerisini Basın Danışmanı Ari Fleischer rolüne taşıdı. Rolünü oynamadan önce Fleischer ile bağlantı kurmaya çalıştığını söyleyen Corddry, yaklaşımını şu sözlerle anlatıyor:
“Benimle genelde konuşmak istemese de Ari Fleischer ile konuşmayı başardım. Şu an hayatta olan bir kişinin ilk kez portresini çizdim. Başlangıçta kolay gibi geldi. Sonuçta Wikipedia’da kısa bir araştırma yeterli olur diye düşünüyordum. Ancak beklediğim gibi olmadı.

Derinlemesine araştırma yapmak zorunda kaldım. Tabii ki çok fazla malzeme vardı. Çünkü her an medyanın önündeydi. Ari Fleischer’in en çok etkilendiğim yönü temkinli ve soğukkanlı duruşu oldu. Daima ön plandaydı. Bush yönetiminin mesaj taşıyıcısıydı ama asla soğukkanlığını kaybetmedi. İşinde çok iyiydi. Umarım ben de işimi en az onun yarısı kadar iyi yapabilmişimdir.”

Savunma Bakanı Donald Rumsfeld rolünde Scott Glenn

30 yılı aşkın süredir resmi görevde bulunan ve Pentagon’un yöneticiliğini iki kez yapmış tek kişi olan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld rolünde Scott Glenn kamera karşısına geçti. Böylesine tanınmış bir figürü ilk kez oynamadığını belirten Scott Glenn rolü hakkında şu yorumu yapıyor:

“Şu anda hayatta olan ve çok iyi tanınan bir kişiyi ikinci oynayışım oldu. Daha önce ‘The Right Stuff’ adlı filmde Amiral Shepard’ı oynamıştım. O film daha da kritikti ve her nüansa çok dikkat etmem gerekiyordu. Çünkü Amiral Alan Shepard’ı iki kişi birden oynuyordu. Birisi gerçek Alan Shepard, diğeri de ben… Yönetmen Phil Kaufman, gerçek haber materyali ile benim oynadığım sahneler arasında kurgu yapmıştı. Bu filmde öyle bir durum yoktu ama Donald Rumsfeld’i elimden geldiği kadar gerçeğe uygun oynamaya çalıştım. Onun konuşma tarzında Amerika’nın Orta-Batı’sında yaşayan insanların lehçesi vardır. Alt dudağını çok fazla kullanmadan konuşur. Hiç oturmayan kıpır kıpır bir adamdır. Elleri hiç durmaz. Lisede okurken güreş şampiyonuydu ve Princeton’da okul takımının kaptanlığını yapmıştı. Ben de eyalet şampiyonu olan takımın önde gelen güreşçilerindim. Ayrıca üniversitede güreş kulübünün kaptanıydım. Aynı spora ilgi duymuş olmamız bu karakteri daha iyi anlamama yardımcı oldu.”

Bush yönetiminin en tartışmalı üyelerinden birisi olmasına rağmen Rumsfeld’in büyüleyici bir kişilik yapısı olduğuna dikkat çeken Scott Glenn sözlerine şöyle devam ediyor:

“Onun kişiliğinde çok özgün yönler vardır. Günümüzün ölümcül dünyasında yüksek baskı altında çalışmış olmasını seviyorum. Rolüme hazırlanırken onu yakından tanıyan herkese, ‘Bana Donald Rumsfeld’ ile ilgili en iyi şeyleri anlatın’ dedim. Karşıma çıkan en ilginç örneklerden birisi şuydu: 11 Eylül faciası olduğunda George Bush, Florida’daki bir okuldaymış. Haberi orada almış. O anda çok şey yaptığını zannedebilirsiniz ama okuldaki sınıfta bir süre daha oturmuş. Aynı sarılarda Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Beyaz Saray’ın altındaki bir sığınağa girmiş. Çevresi gizli servis ajanlarıyla doluymuş. Donald Rumsfeld ise Pentagon’a yapılan saldırı sırasında bir içeri bir dışarı koşarak yaralıların taşınmasına yardımcı oluyormuş.”

Beyaz Saray Filmi - Thandie Newton

Filmde Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice’ın portresini çizen Thandie Newton, rolüne nasıl hazırlandığını şu sözlerle açklıyor:

“Oliver Stone ile tanışıp rolü aldıktan sonra yaşadığım kent olan Londra’ya geri döndüm. O andan itibaren tam bir karmaşa yaşamaya başladım. Açıkçası şimdiye kadar oynadığım karakterler arasında benim kişilik yapımdan bu kadar farklı birisi hiç olmamıştı. Tedirgindim ama aynı zamanda mutluydum. Çünkü kendi kişilik yapımla uzaktan yakından alakası olmayan bir kişiliğe daha bürünmek gibi eşsiz bir fırsat vardı karşımda. Çekimler tahminimden önce başlayacağı için ABD’den uzak bir ülkede geçirdiğim bu süre bana oynayacağım karakter üzerinde konstantre olma fırsatını getirdi.”

Thandie Newton sözlerine şöyle devam ediyor: “Condoleezza Rice rolüne hangi açıdan yaklaşacağımı düşünürken aklıma 80’li yılların İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher geldi. Gençlik dönemimin çok önemli bir politik figürüydü. Kendine özgü özellikleri vardı. Birçok açıdan Condoleezza Rice ile benzerliği olduğunu keşfettim. Bush yönetiminin 2001 ile 2004 yılları arasındaki dönemine odaklanan biyografileri okumaya başladım. Bu benim açımdan alışılmadık bir süreçti. Yeni bir role yaklaşırken genellikle oynayacağım karakteri hissetmeye, empati yapmaya çalışırım. Duygularım beni o karaktere yönlendirir. Ancak burada günümüzün birçok politikacısı gibi imaj çalışması ürünü bir karakter olduğu için zorlandım. Condoleezza Rice ile ilgili bol miktarda video izledim. Nasıl yürüdüğüne baktım. Sinirliyken neler yaptığına dikkat ettim.

O kadar çok şey seyrettim ki, sonunda onun dinlenirken nasıl olabileceğini, bir basın toplantısına hazırlanırken neler yaptığını hayal etmeyi başardım. Onu adım adım öğrendim diyebilirim. Bu süreç bilmediğim yeni bir dansın adımlarını öğrenmek gibiydi. Fiziksel davranışlarının adımlarını öğrendikten sonra nasıl doğaçlama yapabileceğime geçtim.”

Toby Jones - Beyaz Saray

George W. Bush’un danışmanı Karl Rove rolünde oynayan Toby Jones, bu karakterde en çok hoşuna giden yönün “gizemli” kişiliği olduğunu belirterek şu yorumu yapıyor:

“Karl Rove kesinlikle esrarengiz bir karakterdir. Bence onu oynamanın en büyük zorluğu, nerede olduğunu, kimlerle ne kadar derin ilişkisi olduğunu hiç kimsenin belirleyememesiydi. Karl Rove herhangi bir yerde olmayı ve olmamayı aynı anda başarır gibidir. Basında onun hakkında birşeyler okursunuz. İnsanlar herhangi bir işin arkasında onun olduğunu iddia ederler ama o aslında başka bir işin arkasındadır. Böyle bir özelliği olmasını ilginç buldum. Oliver ile yaptığımız konuşmalarda Karl Rove’un mizahi yönünü de tartıştık. Bir söyleşi sırasında çevresinde ne kadar kalabalık olursa olsun, onda öyle bir özgüven vardı ki, hiç kimse ona dokunamazdı. İşin ilginç yanı böyle olmasından eğlenir gibiydi.”

Toby Jones sözlerine şöyle devam ediyor: “Birçokları onu Bush’un başkanlığının mimarı olarak görür. Çoğu zaman da Bush’un ‘beyni’ olarak tanımlanır. Ancak ikisi arasındaki ilişkinin profesyonel ve politik boyutlarının yanısıra kişisel boyutları da vardır. Rove’un George W. Bush ile ilk tanışmasını anlattığı bir söyleşi okumuştum. Bu tanışmayla ilgili olarak hala heyecan duyduğunu söylüyordu. Tahminime göre o ilk tanışma esnasında George W. Bush, Rove’un kendisinde hissetmediği çok özel bir ışık saçmış olmalı ki, Bush’un sadece potansiyel bir lider olmayıp aynı zamanda çok özel bir kişiliği olduğunu hissetmişti. Bence Karl Rove ile George W. Bush ikilisi bir testerenin dişleri gibi çalışırlar. Birisinin bıraktığı boşlukları diğeri doldurur. Böyle bir ilişkiyi keşfetmeye çıkmak eğlenceli oldu.”

Tam bir Amerikalı olan Karl Rove rolünde oynayan İngiliz aktör Toby Jones, bu karaktere yabancının perspektifini getirirken Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice rolünde kamera karşısına geçen Thandie Newton da, rolüne hazırlanırken “yabancı” statüsünden yararlandı.