High School Musical 3: Senior Year


YENİ WILDCAT’LER

“High School Musical 3: Senior Year”de ilk iki filmde yer almayan üç yeni karakter daha izleyeceğiz. İzleyiciyle ilk kez bu filmde tanışacak olan bu karakterlerden Jimmie ‘the Rocket’ Zara rolünde “Hannah Montana” ve “The Office”den tanıdığımız Matt Prokop; Donny Dion rolünde “The Express” ve “The Soloist” ile adını duyuran Justin Martin; Tiara Gold rolünde İngiliz kadın oyuncu Jemma McKenzie-Brown kamera karşısına geçti.

Yapımcı Bill Borden yeni karakterlere neden ihtiyaç duyulduğunu şu sözlerle açıklıyor: “İzleyicimize yeni karakterlerle tanıştırırken yeni bir Troy veya yeni bir Taylor bulmak gibi bir derdimiz olmadı. Evet, yeni karakterler bulmak istedik ama eskilerden hiçbirisini klonlamadık. Yeni dostluklar ve yeni arkadaşlıklar okullarda ve hayatta nasıl oluyorsa bizim filmimizde de öyle olsun istedik."

Rosenbush ise şunları ekliyor: “Her yeni sınıf yeni bir başlangıçtır. Her yeni macera ise, insanların kendi yetenek ve beklentilerini anlama ve öğrenme deneyimidir. Bu nedenle Matt, Justin ve Jemma’nın bu filmde ortaya koyacağı oyun tarzına bakıp kendi yorumlarını bulmalarını bekleyeceğiz.”

“W” Filminin Senaryosundan Sayfalar

“Başkan olmanın bilgeliğini göstermek isteyen George Bush, yaptığı işlerden emin olduğunu General Tommy Franks’e göstermek için şöyle der: “Orada (Irak’ta) 10 dolar bile etmeyecek çadırları ve develeri vuracağım diye 2 milyon dolarlık füze ateşlemek istemem.”

Sonra Amerikan halkına döner: “Amerikalı artık televizyonlarda çocuklarının ölüsünü görmek istemiyor.”

Sayfa 10’da Bill Clinton hakkında şöyle der: “Benim annem bile o yağlı domuzdan daha hızlı yürür.”

Sayfa 11’de Guantanamo hakkında Dick Cheney ile bir sohbeti:

Bush: “Bu teröristleri Guantanemera’ya kapatacağız.”

Cheney: “Guantanemera değil, Guantanamo…”

Bush: “Doğru... Yalnız bak, toplantılarda ağzını sıkı tut, bunu kimse duymasın. egona hakim ol. Unutma, başkan benim…”

Filmin flashback sahnelerinden birisinde üniversite öğrencisi olan George Bush yine alkollüdür. İşten kovulmuş, hapishaneye düşmüştür. O zamanlar kongre üyesi olan babasını arar. Bush’un diğer kardeşi Jeb’e övgüler yağdıran Baba Bush, oğlunu aşağılayarak, Susie adlı bir kızı hamile bırakıp bırakmadığını sorar. Bir yandan da “Hiçbir zaman verdiğin sözleri tutmadın. Sadece eğlence partilerine gitmeyi, sarhoş araba kullanmayı bilirsin. Beni derinden hayal kırıklığına uğratıyorsun” diyerek şikayetlerini sıralar.

Baba Bush ile oğul Bush arasındaki bir başka kavga:

Baba: “Yaptığın pisliklerden bıktım usandım.”

Oğul: “Hayatım boyunca senden bıktım.”

O noktada Anne Barbara devreye girerek, oğul Bush’un Harvard’ı kazandığını söylemek suretiyle yumruklaşma eşiğine gelen kavgayı ayırmaya çalışır. Baba Bush’un cevabı aynen şöyle olur: “Ama Harvard kapılarını ona kim açtı sanıyorsun?”

Beyaz Saray Danışmanı Karl Rove: “Anketlere göre halkın yüzde 80’i başkanın arkasında… Amerikan halkı kan istiyor. Bunu talep ediyorlar.”

Colin Powell: “Bu politika mı yoksa ilkemiz mi böyle? Gerçekten kafam karıştı. Bu odada ne yapmaya çalışıyorsunuz?”

Oliver Stone’un George Bush ile ilgili kişisel düşüncesini anlattığı bir satır: “Kendisini reklam etme konusu hariç her konuda limitli becerisi vardır. Bir uçağı uçurabileceğine garanti verir ama yere indirirken başı derde girer.”

Sayfa 50’de anne-babasını sevip sevmediği sorusuna şu cevabı verir: “Çoğu zaman… Babamla zor bir ilişkim oldu. Annem de onu hep diken üstünde tutma konusunda iyi olduğumu söyler.”

Babası Başkan olduktan sonra: “Asla babamın gölgesinden kurtulamayacağım. Seçimi kaybetmesini isterdim.”

Kendisi Başkan olduktan sonra babası şöyle demiştir: “Onunla ilgili endişelerim var. Gerçekten endişeliyim ama bunu ona söyleyebilmek imkansız…”

Annesi Barbara Bush şöyle der: “Söylesem bile beni dinlemeyecektir. Söylenen her sözü olumsuz eleştiri kabul eder.”

“W”: Oliver Stone’dan Başkan Bush’un öyküsü

“W”: Oliver Stone’dan Başkan Bush’un öyküsü

Herhangi bir baba-oğulun yapabileceği türden bir sohbet… Biraz futbol, biraz aile meseleleri, biraz da dünya sorunları… Ancak bu sohbetin taraflarından birisi ABD eski başkanı George H. W. Bush, diğeri ABD şimdiki başkanı George W. Bush olunca işin rengi değişiyor elbette… Sıradan gibi görünen bir sohbet bile aniden inanılmaz bir ağırlık kazanabiliyor. Özellikle de konuşmanın kontrolü Oliver Stone’un elindeyse...

Louisiana’da sıcak bir Haziran gecesi… Oscar ödüllü yönetmen Oliver Stone, en yeni filmi “W”nin kritik sahnelerinden birisinde baba Bush’u oynayan James Cromwell ile oğul Bush rolündeki Josh Brolin’i yönetirken alnından terler süzülüyor. ABD Başkanı George Bush’un kişisel, politik ve psikolojik gelişiminin öyküsünü anlatan bir drama çalışması bu… Baba ile oğulun sohbetinde yapmacık bir dostluk havası hakim… Ancak bu konuşmadan elde ettiğimiz küçük ipuçları bile, George W. Bush’un yükselişinde baba-oğul ilişkisinin payını açıklamaya çalışan yönetmen Stone’a yardımcı olduğu kesin...

Senaryo yazarı Stanley Weiser’ın 1990 yılında geçtiğini öngördüğü bu sahnede baba-oğul Bush’ların Texas Rangers (George W.’nin eskiden hissesi olduğu beyzbol takımı) ve o günlerde Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin hakkında konuştuğuna tanık oluyoruz.

George W. Bush bu sahnede, o dönemin Başkanı olan babasına “Ona (Saddam’a) Noriega’ya yaptığının aynısını yapmalısın. Ele geçirerek safdışı etmelisin” der. Baba Bush ise oğlu kadar cüretkar değil gibidir. “Politika belirlerken kişisel duyguların bir yana bırakılması gerektiğine inanmışımdır” şeklinde bir cevap verir oğluna… Ardından da şu cümleyi ekler: “Ancak Saddam’ın bu işgali dayanılır gibi değil. Dünya petrolünün yüzde 25’ini bu diktatörün kontrol etmesine izin verilemez.”

“Platoon”, “Salvador”, “Wall Street”, “Born on the Fourth of July” ve “JFK” gibi açıksözlü dramaların mimarı olan Oliver Stone’un, aktörlerin genellikle oynadıkları rollere kendi inançlarını yükleme eğiliminde olduğu bir endüstride en açık ve dürüst davranan politik yönetmenlerden birisi olarak çok özel bir yeri var. Uzun yıllardan beri Demokrat adayları destekleyen, son dönemde de Senatör Barack Obama’ya açık destek veren Oliver Stone, şu anki başkanın hayatının kronolojisini çıkartan bu projeyle gündeme geldi.Aslında “W”de anlatılan öykü ve filmin başındaki yönetmenin politik yapısı, potansiyel dağıtımcı şirketleri epeyce endişelendirdi. Projeye katılıp katılmama konusunda çekince duyanlar arasında başlangıçta filmin starı Josh Brolin bile vardı. Uzun süre kararsız kaldıktan sonra George W. Bush rolünü kabul etti. Buna karşılık Amerikan Birinci Beyzbol Ligi yetkilileri, filmin yapımında işbirliği yapmayı reddettiler.

Durum böyle olunca Oliver Stone, James Cromwell ile Josh Brolin’i, filmde sözü edilen Texas Rangers beyzbol takımına ev sahipliği yapan stadyum yerine Shreveport’taki Independence Bowl Stadyumu’na götürerek çekimleri orada yaptı.

Filmininin kurgusunu ve dağıtımını kasım seçimleri öncesine yetiştirmek için soluk soluğa bir çalışma içerisine giren Stone, çoğu zaman günde 5 saatlik uykuyla yetinmek zorunda kaldı. Çoğu günlerde saatler geceyarısını gösterdiği anlarda bile 61 yaşındaki yönetmen yüksek tempolu çalışmasına devam ediyor, filmini yetiştirmeye çalışıyordu.

Yaptığı filmini Michael Moore’un “Fahrenheit 9/11” adlı yapıtıyla karşılaştıran Oliver Stone, “Michael Moore’u severim ama o türde bir film yapmak istemedim” diyor ve şöyle devam ediyor: “Benim filmim aşırı ciddi bir film değildir ama ciddi bir konusu vardır. Shakespeare tarzı bir öykü de diyebiliriz. Yaşadığım ve gördüğüm şekliyle Amerikan demokrasisinin tuhaf bir açıklaması şeklinde görüyorum” diyor.Oliver Stone, Josh Brolin ve filme katkıda bulunan herkes, “W” projesini yaparken son derece dürüst bir biyografi yarattıklarına, en sıkı Cumhuriyetçilerin, hatta Bush ailesinin bile gidip görmek isteyeceğine inanıyorlar.

Bush ve çevresini oluşturmak

Oliver Stone imzalı “W”nin başrolünde “No Country for Old Men”in starı Josh Brolin oynadı. ABD Başkanı George W. Bush’un portresini çizen aktör, başkanın konuşma tarzını ve vücut dilini en iyi şekilde yakalayabilmek için saatlerce çalışma yaptı. Bu arada “Saturday Night Live” tarzı komedi programlarında yapıldığı şekilde karikatürize etmemek; gerçeğe daha uygun portresini çizmek için elinden geleni yaptı.Filmde Baba Bush olarak bilinen George H.W. Bush rolünde James Cromwell oynarken Laura Bush rolünde Elizabeth Banks, Dick Cheney rolünde Richard Dreyfuss, Karl Rove rolünde Toby Jones ve Donald Rumsfeld rolünde Scott Glenn oynadılar.

Los Angeles Times ve Bloomberg tarafından yapılan son ankette Bush politikalarına onay ratinglerinin yüzde 23’lere kadar düştüğüne dikkat çeken Josh Brolin, bu konudaki düşüncesini şu sözlerle dile getiriyor:

“Bu filmin amacı, zaten görevini bırakmak üzere olan bir adama bir tekme daha atmak değildir. Cumhuriyetçiler de bu filmi seyredebilmeli ve ‘İşte bu adamı bu yüzden seviyoruz’ diyebilmeliler… Bu politik bir film değildir. Bir biyografi çalışmasıdır. Bush için bugüne kadar çok farklı yorumlar yapıldı. Kimi zaman aptal, kimi zaman kukla, kimi zaman da başarısız başkan tanımlamaları oldu. Ancak şunu unutmayalım ki, halk onu herşeyden önce bir insan olarak hatırlayacaktır. Biz bu filmi yaparken her aşamada şu soruyu sorduk: ‘Bu adam nasıl büyüdü ve şu anki haline nasıl geldi?”

Yale Üniversitesi’nde öğrenciyken kısa bir dönem Bush’un sınıf arkadaşı olan Oliver Stone, başkanın politikalarının hayranı olmadığını açıkça söylüyor ama bir yandan da Bush’un tutkuları ve dirençliliği karşısında hayranlık duyduğunu da gizlemiyor.

Film temelde üç parçaya bölünmüş durumda… Birinci bölümde Bush’un zor koşullar altında geçen gençliği, ikinci bölümde kişisel ve dinsel dönüşüm süreci, son olarak üçüncü bölümde Oval Ofis’teki ilk dönemi yer alıyor.

Oliver Stone filmin genel yaklaşımıyla ilgili olarak şu yorumu yapıyor: “Bol miktarda gaf yaptıktan ve halka yalan söyledikten sonra çok büyük kitleleri kendi tarafına çekti. Bush’a her ne kadar muhalif olsam da, onun dinsel ve kişisel dönüşümü beni daima büyülemiştir. Sağlam içki içen bir adamın sadece Teksas Valisi olmakla kalmayıp, o konumdan Özgür Dünyanın liderliğine kadar gitmesini daima takdirle izledim.”

Stone sözlerine şunları ekliyor: “Biz bu filmde George W. Bush’un ayak izlerinde yürümeye çalıştık. Onun gibi hissetmek, kafasının içine girebilmek için elimizden geleni yaptık. Ancak tüm bunlar ona hakaret ettiğimiz, küçük düşürdüğümüz anlamına gelmez.”

Filmin yapımında Bush’un eski bir meslektaşı da danışman olarak görev yaptı. Böylece yaşamı hakkında en küçük detaylar bile doğru olarak sağlandı. Ancak tüm tarihsel doğruluğuna rağmen “W”, açıkça kurgusal bir çalışma oldu.

Bu konuda Oliver Stone’un yorumu şöyle: “Bu filmi yaparken Bush ile ilgili kendi düşüncelerimiz ve önyargılarımızla oynadık. Bu film onun günlüğü gibidir. Kendi kendisini açıklama girişiminde bulunduğu bir günlük gibi diyebilirim.”Öncelik kazanan bir projeAslında Oliver Stone’un yapmak istediği proje bu değildi. Vietnam’da 1968 yılında meydana gelen My Lai katliamıyla ilgili olarak Amerikan Ordusunda başlatılan soruşturmayı konu alan “Pinkville” adlı bir film çekmeyi planlıyordu.

Setleri bile hazırlanan “Pinkville”in çekimine günler kala filmin başrol oyuncusu Bruce Willis ani bir kararla projeden çekildiğini açıkladı. Senaryodan mutsuz olduğunu söylüyordu ama senaryo yazarlarının grevi devam ettiği için yeniden yazılması mümkün değildi. Bunun üzerine Stone, başrolde oynaması için Nicolas Cage’i ikna turlarına başladı. Ancak filmin yapımcı şirketi United Artists’in heyecanı, geçtiğimiz yıl çektikleri savaş filmi “Lions for Lambs”in gişe başarısızlığı nedeniyle yok olmuştu bir kere…

Stone aynı günlerde Stanley Weiser ile birlikte “W”nin senaryosu üzerinde çalışıyordu. 1987 yılında çektiği “Wall Street”in de senaryosunu yazdığı için onu yakından tanıyordu. Bu açıdan sorun yoktu ama “W”de ele alacağı konunun çok fazla güncel olması biraz canını sıkıyordu. Daha önce Nixon’un filmini yapmıştı ama yaptığı günlerde Nixon hayatta değildi.

Yapımcı Moritz Borman o günleri şu sözlerle anımsıyor: “Oliver emin değildi. Canı sıkılıyor ve ‘Bush hakkında yeteri kadar materyal var mı? Beyaz Saray’dan ayrıldıktan sonra acaba daha fazla mı materyal olur?’ diye sorup duruyordu. Neyse ki aynı günlerde Bush hakkında birkaç kitap yayınlanmaya başladı.”

“Pinkville” projesinin iptalinden sonra 2008 başında “W”ye geri dönen Oliver Stone, böyle bir film yapmak için en doğru zaman olduğuna iyice ikna olmuştu. Aynı zamanda filmin kasım ayındaki başkanlık seçimlerinden önce gösterime girmesi de çok önemliydi. Bir sonraki başkanın kim olacağı konusuyla herkesin yakından ilgilendiği bir dönemde gösterime girerse etkisinin daha büyük olacağını düşünüyordu.

Oliver Stone ve ekibinin kamera arkasına geçmeden önce çok önemli bir soruya cevap bulması gerekliydi: Böyle bir filmi yapmak için kim para ödeyecekti?

Daha önce 2006 yılında Stone’un ticari açıdan da başarı kazanan çalışması “World Trade Center”a yapımcı olarak imzasını atan Moritz Borman, bu konudaki gelişmeleri şu sözlerle anlatıyor: “Bush ve Stone gibi iki ismi yanyana koyun, ortaya çıkacak film konusunda herkesin kendisine göre önyargısı olacaktır. Ancak ‘World Trade Center’da da buna benzer önyargılar vardı. Filmle ilgili duyuru yapıldığında büyük gürültü koparıldı. Sonradan gösterim tarihi yaklaştıkça protestolar azaldı. Hatta en çok protesto edenler bile mutlaka görülmesi gereken bir film olarak nitelemeye başladılar.”

Borman ve Stone’un her ikisi de böyle bir projeye kalkışabilecek çok az stüdyo olduğunun farkındaydılar. Özellikle de arzu ettikleri 2008 Ekim gösterimini kabul edebilecek stüdyo bulmak kolay değildi. Film stüdyolarının büyük kısmı, gösterim programlarını bir yıl önceden planlamışlardı. Bu durumda böylesine zorlu bir materyali finanse etmekten korkmayacak bağımsız bir finansöre ihtiyaç vardı. Bu kişi Bill Block oldu.

Film prodüksiyon, finans ve satış şirketi QED International’ı 2006 yılında kuran Bill Block, büyük stüdyoların gözardı ettiği türden yüksek profilli bir dramaya ilgi duyuyordu. Stone’un “W” projesini ise sorun yaratacak bir proje gibi değil, tam tersine geniş izleyici kitlelerinin hoşuna gidecek bir yapım olarak algılıyordu. QED International’daki yapımcı dostları Kim Fox ile Paul Hanson da aynı fikirdeydiler.

Bill Block’un “W” ile ilgili çok sade bir yorumu var: “Oliver’in yaptığı film son derece çarpıcı ve ticari bir yapım oldu. Kesinlikle statik bir biyografi filmi değil. Hareketli, değişken ve kinetik bir çalışma…”QED International şirketi, filmin 30 milyon dolarlık bütçesinin yanısıra kopyalarının basımı ve reklam masraflarını da karşılayacak parayı sağladı. Bir başka deyimle, “W”nin dağıtımını üstlenecek dağıtımcı şirketlerin hiçbirisi risk almayacak. Filmi gösterime sokacak; yüzde 15 oranındaki dağıtım komisyonunu alacak ve gerisine karışmayacak.

Filmin yapımı ve dağıtımı için bazı büyük stüdyolarla görüştüğünü ifade eden Oliver Stone, “Bir stüdyo sizin filminizi reddettiği zaman sebebini asla tam olarak bilemezsiniz. Sonuçta hepsi çok büyük holdinglerin küçük parçalarıdır. Ancak en yüksek düzeyli yöneticiler bile yeşil ışık yakamadılar. Kimisi fazla riskli olduğunu söyledi, kimisi politik açıdan sorun yaratacağını söyledi.”

Oliver Stone bunları anlatırken stüdyo ismi vermekten özellikle kaçınıyor ama ünlü yönetmene yakın isimlerin dediğine bakılırsa, görüştüğü ama olumlu cevap alamadığı büyük stüdyolar arasında Paramount, Warner Bros. ve Universal gibileri var.

“W” projesiyle yakından ilgilenenler arasında Harvey Weinstein’ın sahibi olduğu Weinstein Co. Adlı yapım şirketi de vardı ama QED International yetkilileri, Weinstein yerine Lionsgate Films ile anlaşmayı tercih ettiler. Bu şirketin mali yapısı daha dengeliydi. Ayrıca büyük bir stüdyonun parçası olmayan Lionsgate, bağımsız dağıtımcılar arasında en güvenilir olanlarından birisiydi.

Buna rağmen Lionsgate yetkilileri de, “W”yi Ekim ayı gösterim programına dahil etmekte epeyce zorlandılar. Film zamanında hazır olamadığı takdirde ABD seçimleri sonrasında bir gösterim tarihi üzerinde bile tartıştılar. Ayrıca nereden gelirse gelsin her türlü tepkiyi göğüslemeye de hazırdılar. Sonuçta Lionsgate, “Saw” serisi ve “Hostel” gibi tartışmalı filmlerin dağıtımcısıydı ve tepkilere alışkındı.

Lionsgate’in üst düzey başkanlarından Joe Drake, “Böyle bir filmi gösterime sokunca elbette belli bir dereceye kadar hararetlenme olacak. Biz bu tartışmaları göze alabiliriz. Bizim açımızdan problem olmayacak” diyordu.

John Horn, Los Angeles Times Başyazarı, 29 Haziran 2008

Twilight, Kristen Stewart, Robert Pattinson, Ashley Greene, Peter Facinelli

Twilight

Tür: Korku - Gerilim
Yönetmen : Catherine Hardwicke
Oyuncular: Kristen Stewart, Robert Pattinson, Ashley Greene, Peter Facinelli
Senaryo: Melissa Rosenberg
Yapımcılar: Mark Morgan, Greg Mooradian, Wyck Godfrey
Stüdyo: Summit Entertainment
Gösterim Tarihi: 12 Aralık 2008 (Kuzey Amerika’da 8 Ocak 2009)

Stephenie Meyer’in aynı adlı çok satan kitabından uyarlama...

17 yaşındaki Isabella Swan (Kristen Stewart), babası Charlie ile birlikte Forks adlı küçük bir kasabaya taşınır. Orada esrarengiz bir genç olan sınıf arkadaşı Edward Cullen’a (Robert Pattinson) ilgi duyar. Ancak Edward’ın 17 yaşında bir genç formatına bürünmüş 108 yaşında bir vampir olduğu ortaya çıkar.

Edward başlangıçta romantizme sıcak bakmasa da, ikisi kısa sürede birbirine aşık olur. Ancak üç göçebe vampirin gelişiyle birlikte Isabella’nın hayatı tehlikeye girer. Bunun üzerine harekete geçen Edward ile ailesi, kızın hayatını çok geç olmadan kurtarmak için kendi hayatlarını tehlikeye atacaklardır.

Prodüksiyon Aşamaları

Summit Entertainment’ın tam kapsamlı film stüdyosuna dönüştüğü 2007 Nisan ayında Stephenie Meyer’in 2005 yılında kaleme aldığı “Twilight” adlı vampir romanının film uyarlaması için geliştirme çalışmasına başlandı. Kitabın film hakları Paramount Pictures’tan satın alındı.

Meyers’in kitabının ve devam kitabının başarısını baz alan Summit Entertainment, bu filmi gelecekte yapılacak devam filmi için bir fırsat gibi gördü.

İzleyen Ekim ayında filmin yönetmenliği için Catherine Hardwicke ile anlaşma yapıldı. Senaryosu için de Mark Lord ve Melissa Rosenberg ile sözleşme imzalandı.

Çekimlerine 2008 Şubat ayında başlanan filmin çalışmaları Mayıs’a kadar devam etti. Çekimlerin büyük kısmı Oregon eyaletindeki Portland’da gerçekleştirildi.

Kitapta sözü edilen okul ile ilgili çekimler, bölgedeki Kalama Lisesi’nde yapıldı. Diğer sahneler ise Oregon’daki St. Helens’ta filme alındı.

Stüdyo yetkilileri, Meyer’in kitaplarından en az 3 filmlik bir seri yaratmayı umuyorlar.

Oyuncular ve Rolleri

Forks adlı küçük kasabaya taşınan 17 yaşındaki Isabella Swan rolünde Kristen Stewart.

17 yaşında genç formatında görünen 108 yaşındaki vampir Edward Cullen rolünde Robert Pattinson.

20’li yaşlarında gösterdiği halde 400 yaşında olan Carlisle Cullen rolünde Peter Facinelli. Kasabanın doktorudur ve Cullen ailesi için baba figürünü temsil eder.

Carlisle’in vampir karısı ve Cullen ailesinin anne figürü Esme Cullen rolünde Elizabeth Reaser.

Cullen ailesinin geleceği görebilen üyesi Alice Cullen rolünde Ashley Greene.

Cullen ailesinin duyguları kontrol edebilen ve Alice’in ebedi aşkı olan üyesi Jasper Hale rolünde Jackson Rathbone.

Cullen ailesinin “yaşayan en güzel insan” olarak tanımlanan vampir üyesi Rosalie Hale rolünde Nikki Reed.

Bella’yı öldürmeye niyetli göçebe vampirler grubunun lideri James rolünde Cam Gigandet.

Bella’yı bulması için James’e yardımcı olan Victoria rolünde Rachelle Lefevre.

Bella’nın polis şefi babası Charlie Swan rolünde Billy Burke.

Recep İvedik Hakkında Bilmek İstediğiniz Herşey



Adamın biri yolda cüzdanını düşürür, sokaklarda yaşayan başka bir adam tam cüzdanı kapıp kaçacakken Recep İvedik onunla mücadeleye girer. Sonunda sahibine teslim etmek üzere evsiz adamın elinden cüzdanı almayı başaran Recep İvedik kafasını çevirdiği anda cüzdan sahibinin çoktan gittiğini farkeder.

Akşam evinde televizyon seyreden Recep İvedik, cüzdanın Antalyalı çok önemli bir iş adamına ait olduğunu öğrenince arabasına atlar ve güneye doğru yola koyulur. Yol boyunca birbirinden komik sürprizlerle karşılaşan Recep İvedik en sonunda Antalya'ya varmayı başarır ve cüzdanı turizmci Muhsin Bey'e teslim eder. İş adamının ısrarlarına rağmen Recep İvedik ne para almayı kabul eder ne de otelde kalmayı...

Fakat tam otelden ayrılacakken çocukluk aşkı Sibel'in bir tur otobüsünden indiğini farkeder. Artık Recep İvedik'in tek bir amacı vardır; kendisini tanımayan, hatta hatırlamayan Sibel'e kendini beğendirmek... Recep İvedik'in asıl keyifli tatil macerası bundan sonra başlayacaktır.

Yönetmen Toğan Gökbakar
Oyuncular Hakan Bilgin, Şahan Gökbakar, Fatma Topbaş, Tuluğ Çizgen, Nedim Doğan, Vural Buldu, Hakan Akın, İsmail Hakkı
Senaryo Şahan Gökbakar, Serkan Altuniğne
Yapımcılar Faruk Aksoy, Mehmet Ergin Soyarslan, Ayşe Germen
Yardımcı Yönetmen Hatice Yakar
Reji Asistanı Başak Yoldan
Görüntü Yönetmeni Ertunç Şenkay
Sanat Yönetmeni Koray Fındıkçıoğlu
Kostüm Sorumlusu Seden Tuncer
Set Amiri Melih Sezgin
Türkiye Dağıtımı Özen Film
Gösterim Tarihi 22 Şubat 2008

Kristen Stewart - Twilight Söyleşisi



“Twilight – Alacakaranlık”ın starı Kristen Stewart, Los Angeles’ta yapılan söyleşide kitabın sıkı hayranlarını, oynadığı karaktere nasıl yaklaştığını, Bella karakterinin giysilerini nasıl değiştirdiğini, “Twilight”ın doğaüstü öyküsünde doğal kalmayı nasıl başardığını anlattı.

“Twilight”ta harika bir sahne var. Portresini çizdiğiniz Bella karakterinin vampirlerden kaçarak hayatını kurtarmaya çalıştığı sahneden söz ediyorum. Bella’nın arkadaşları mutludur ama o üzgündür. Bu filmde böylesine doğal bir karakteri yapılandırmak zor oldu mu? Yoksa özel efektler ve doğaüstü materyal ile yüklü böyle bir filmde biraz kafa dinleme fırsatı olarak mı gördünüz?

Kristen Stewart: Eğlenceliydi. Filmi yaparken özel efekt dolu bir film olduğunu hiç hissetmedik diyebilirim. Çevremizde efektler hiç yoktu, herşey kamera önünde olup bitti. Açıkçası bana karakter ağırlıklı film duygusunu fazlasıyla verdi. Hatta kendimi sanki küçük bütçeli bağımsız bir filmde çalışır gibi hissettim. Tek farkı, monitörün arkasında oturup fikir veren kalabalık kamera arkası gruplarıydı. Çok gerçek bir dünya gibi hissettim. Aradaki tek küçük detay, Edward’ın bir vampir olmasıydı. Dolayısıyla filmdeki ilişki modeli de gündelik hayatta her an rastlanabilecek ilişkileri temsil eden nitelikte oldu. Sadece o ilişkilerin hayli ekstrem bir versiyonuydu, o kadar. Bu nedenle kökenlerini gerçekçilik temelinden alıyordu.

Filmin yönetmeni Catherine Hardwicke ile konuştuğumda Bella karakterinin dağılan bir aileden geldiğini, sonra Cullen ailesiyle tanıştığını, geleneksel aile modelinde olmadıkları halde birbirine bağlı bir aile olduğunu, Bella’ya cazip gelen yönün bu bağlılık olduğunu söylemişti. Cullen ailesini oynayan aktörlerden böyle bir enerjiyi film setinde alabildiniz mi?

Evet, kesinlikle… Cullen ailesi tam bir ailedir. Filmde Cullen ailesiyle ilk tanıştığımızda ailenin babasına bakıp, kendi kendinize ‘Babaları bu mu?’ diye sorarsınız. Çok genç bir adamdır, anne de öyledir. Şurası bir gerçek ki, insanların hepsi istediği gibi bir aile ortamına doğmaz. Bazen yabancıları kendi ailesi gibi hisseder. Bella karakteri de kendi anne ve babasını sevdiği halde onlarla değil, daha gizemli olan Cullen ailesiyle yaşamak ister.

O sahneleri çekerken Cullen ailesini oynayan aktörlerle istenen bağlantıyı kurabildiniz mi?

Evet! Çok çok uzun zamandan beri hep beraber yaşayan bir ailenin portresini başarıyla çizdiler. Bildiğiniz gibi aileler her zaman sürekli birlikte olmayı pek istemezler. Oysa Cullen ailesi her zaman birlikte olmayı seçmiş bir ailedir. Böyle bir tercih yaptıkları için farklıdırlar. Cullen ailesinin bireylerini oynayanlar işte bu durumun portresini çizdiler. Bence daima birlikte yaşama isteği takdir edilmesi gereken birşeydir. Ben de böyle bir birlikteliğin parçası olmak istedim.

Film yapımının en kötü parçasının bu uçsuz bucaksız söyleşiler zinciri olduğunu hayal edebiliyorum. Haklı mıyım?

Evet.

Film yapımının en iyi yanı neydi peki?

Projenin başlangıcında herşey ürkütücü gibiydi. Filme başladığımız günlerde ben hariç herkes sanki bayram kutlaması yapar gibiydi. Çünkü, “Oooh, büyük bir film! Sağlam ve oturmuş hayran kitlesi var! Herşey harika!” diye düşünüyorlardı. Ancak filme henüz başlamadığımız için bizi bekleyen zor bir iş vardı. Bir filmin yapım sürecinin tam ortasında inanılmaz stresli olurum. Bitirdiğim zaman ise “İşte bu kadar, yaptım!” diyerek rahatlarım. Çünkü artık bitmiştir ve daha fazla stres yapmama gerek yoktur.

Belki aptalca bir soru olacak ama sormak istiyorum. Okul laboratuvarında geçen sahnede yeşil renkli bir bowling gömleği giymişsiniz. Harika görünüyor. O gömleği seçerken elinizde herhangi bir veri var mıydı? Yoksa gardrobunuzdan elinize geçen herhangi bir gömleği mi aldınız?

Belli bir sebebi yoktu. Bella’nın giydiği kıyafetleri kendi günlük hayatımda giymem. Aslında Bella karakteri için yapmak istediğimiz şey, onu çok özel kılmamak şeklindeydi. Bella çok normal bir kızdır ve diğer okul arkadaşlarıyla her anlamda uyumludur. Ancak onun kişiliğinde çok özel birşeyler vardır. Kendine özgü kişilik yapısını bazı açılardan kıyafetlerine de yansıtır. O gömleğe gelince, aslında kırmızı düşünülmüştü ama yeşil olmasına karar verdim. Çünkü “Bu filmde kan kırmızı gömlek belki hiç olmamalı” diye düşündüm.

Filmde hemen hemen hiç kırmızı yok. Gerçekten kontrollü bir renk paleti var gibi…

Yönetmenin kararıydı. Bunu yönetmenimiz Catherine’e (Hardwicke) sormalısınız.


Catherine ile çalışmaktan neler öğrendiniz? Onun tarzında zekice bulduğunuz unsurlar var mıydı? Film setinde çalışma tarzıyla ilgili olarak neler gördünüz?


Catherine’in büyük yardımını gördüm. Örneğin en karmaşık, en yoğun gibi gözüken bazı temel fikirleri ifade etmenin en iyi yönteminin sadelikten geçtiğini öğrendim. Bazen senaryoyu okurken karşımıza öyle karmaşık fikirler çıkar ki, “Bunu nasıl başaracağım?” dediğimiz anlar olur. Catherine’in çocuksu diyebileceğim bir bilgeliği vardı. Aşırı karmaşık yapmak gibi bir derdi yok gibiydi. Karmaşık filmleri daha önceden zaten yapmış olduğu için artık temellere inebiliyor, neyin önemli olduğunu anlayabiliyordu.

Karşımızda öyle bir film var ki, yönetmeni kadın, senaryo yazarı kadın ve filme temel olan kitabın yazarı da kadın… Ben bunu çok ilginç buldum. Siz de bu projede çalışırken üç kadın elinden çıkmış olması duygusunu hissettiniz mi?

Aslında bu farkında olduğum bir şey değildi. Çekimler sırasında “Wow, kadınların gücü adına” gibi bir duyguya kapılmadım. Erkekler tarafından kadınlar üzerine o kadar sıradışı ve güzel filmler biliyorum ki…

Bunun en bariz örneği “Panic Room”…

Evet, kesinlikle… Bu nedenle insanları bu şekilde genelleştirmemeli diye düşünüyorum. Eğer bu filmi bir erkek yönetmiş olsaydı nasıl olurdu, orasını da bilemiyorum.

Bu filmin büyüklüğünü (ağırlığını) ne zaman hissettiniz? Ya da hissettiniz mi? Bunu sorarken kitabın hayranlarının yaklaşımını veya filmin potansiyel başarısını kastetmiyorum. Sormak istediğim şu: Filmin hemen her karesinde siz varsınız, anlatıcı sizsiniz, baş karakter yine sizsiniz. İşinizin zorluğunu ve ağırlığını ne zaman hissettiniz?

ComicCon toplantılarında… Daha önce de filmlerde başrol oynadım, filmleri taşıdım. İşimi çok iyi yaptım mı bilemem ama bir filmde baş karakter oynama sorumluluğunu aldım. Tüm sahnelerinde yer aldığım film de oldu, bunun örneği “Speak” adlı filmdir. Onun her karesinde ben vardım. Ancak “Twilight” için sözleşme imzaladığımda bu kadar geniş hayran kitlesi olduğunun farkında değildim. Oldukça geniş ve sadık bir kitle olduğunu biliyordum ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Dolayısıyla onların vizyonunu korumam gerekiyordu. Oynadığım karaktere ve öyküye karşı sorumluluğum büyük boyuttaydı. Diğer yandan bu hayran kitlesine karşı da sorumluluğum vardı. Onların yargıç konumunda olacağını, hata yaparsam çılgına döneceğini biliyordum. Onları çok iyi anlıyorum. Ancak aynı zamanda onlara gösterdiğim özeni kitabın kendisine de göstermem gerekiyordu. Ben de en az onlar kadar kitaba tutkuyla bağlandım. Herşeyi ince eleyip sık dokumak zorundaydım. Ancak bunların hepsine omuz silktim. Ta ki ComicCon toplantısında gerçekler yüzüme çarpıncaya kadar…

Filmdeki başrol arkadaşınız Robert Pattinson ile yaptığım söyleşide internet çağı öncesinde aktör olmak isteyip istemediğimi sormuştum. Sonuçta Sarah Bernhardt veya Laurence Olivier gibi eski starların kendileri hakkında yazılmış blog yazılarını okuduğunu hayal etmek bile zor… Siz de o tipte bir izolasyon ister miydiniz?

Evet, o oyuncular saygın aktörler olarak kabul görüyordu. Bunu söylerken aktörlerinin aşağılandığını kastetmiyorum ama eski dönemin oyuncuları farklı bir uçakta gibiydi. Bence onlar ulaşılamaz konumdaydılar. Sadece oynadıkları karakterler aracılığıyla anlaşılabiliyorlardı. Açıkçası ben öylesini daha çok takdir ediyorum. Bugün ise oyuncular daha kolay mahvediliyor, olayın gizem boyutu kalmıyor. Oysa biz oyuncular da normal insanlarız. Belki filmleri yaparken hiç kimsenin yaşamadığı tipte çılgın deneyimler yaşıyoruz ama bizlerin hayat ve sevgiyle ilgili içsel düşüncelerimizin sorulması için bir sebep göremiyorum. Aynı şekilde sonsuza kadar yaşamak nedir diye de sorulması anlamsız geliyor. Bu konuda ben şöyle düşünüyorum: “Git filmi seyret, bu soruların yanıtlarını kendin bul…”

Sonuçta denize akan bir suyun parçası olmanın neye benzediğini hiç kimse bir su tesisatçısına sormaz…

Kesinlikle öyle…

Gelecekte yapılacak yeni “Twilight” filmlerinde oynamak istemediğinizi söylemiştiniz. Böyle demekle hayranları kızdırmış olabileceğinizi hiç düşündünüz mü?

Evet söyledim. Çünkü tamamen böyle düşünüyorum. Yüzbinlerce genç kızı çılgınlığa sürüklemek benim için kolay olacaktı. “Twilight”a başlamadan önce kitabı hiç okumadığımı söyleyerek özellikle genç kız hayranları kızdırdığımı kabullenmem uzun zaman aldı. Ancak onlar da beni anlamalı… Bu kitaba onlar kadar takıntılı olmadığımı fark etmeliler… Ben kitabı tamamen farklı bir perspektiften okudum ve çekimler sırasında üç ay boyunca yaşadım. Yeni bir “Twilight” için kesin teklif gelmedikçe de ikinci kitaba başlayamam. Ancak onlar bunu anlamak istemiyorlar. “Ne? Kitabı nasıl okumazsın?” diye soruyorlar.

“Twilight”ın ardından “Welcome to the Rileys” adlı bir filmde oynadım. O filmde evinden kaçmış, sokaklarda ruhsal açıdan hasar görmüş bir sokak kızını oynadım. O bir fahişedir, striptizcidir ve çalışan bir kızdır. Bu konuda yazılacak blogları okumak için şimdiden sabırsızlanıyorum. Bence “Twilight” kitaplarının hayranı olan kızlar böyle konulara da ilgi duymalılar… Sokaklarda yaşayan o kızların hepsi tatlı masum küçük kızlar değildir. Hatta tam tersine acımasızdırlar.

O halde “Twilight” ile açılan kapının başarısından faydalanarak daha farklı filmlerde de sizi izlemelerini umuyorsunuz…

Kesinlikle evet… Bu kadar geniş bir hayran grubunu genelleştirmek kolay değildir ama “Twilight”ta sunulan dünyadan daha fazlasını da görmeliler… Eğer bu benim sayemde olursa harika olurdu.

Yuva - François Ozon'un en yeni çalışması


Mousse ve Louis genç, güzel, zengin ve aşıktırlar. Ama uyuşturucu hayatlarını ele geçirmiştir. Bir gün aşırı doz alırlar ve Louis ölür. Mousse kurtulur fakat kısa bir süre sonra hamile olduğunu öğrenir. Darmadağın ve kafası karışık bir halde, Paris'ten uzakta bir eve kaçar. Birkaç ay sonra Louis'nin erkek kardeşi ona `yuva'sında katılır. Uyuşturucunun kucağından kopan Louis, kendine şehirden uzakta, okyanusun yanında yeni bir yuva bulmuştur. Mousse'un yuvasına gelen bu adam sayesinde iyileşecek midir?