Indiana Jones, 1950’li yılların büyüleyici dünyasında maceraya atılıyor

Indiana Jones’u beyazperdede en son gördüğümüzde konusu 1938 yılında geçiyordu ve Dr. Jones’un Kutsal Kase’yi bulmak için kötü niyetli adamların peşine düştüğü o günlerde dünyamız büyük bir savaşın eşiğinde bulunuyordu.

Şimdi aradan 19 yıl geçmiştir. Kamçısını yeniden şaklatmak üzeredir. Zaman içinde birçok şey değişmiş, bazıları da aynı kalmıştır. Dünyamız bu defa nükleer yok oluş kuruntusunun yol açtığı korkular nedeniyle yine uçurumun eşiğindedir. Indy’nin mücadelesi ise, insanoğlunu imha etme eğilimine girmeden o çok kıymetli ve esrarengiz objenin güvenlik içerisinde kalmasını sağlamaktır.

Serinin birinci filmi olan “Raiders of the Lost Ark”ın çıkış noktasında Spielberg ile Lucas’ın 1930’lu yılların film serilerine duyduğu saygı dolu sevgi vardı.

Indiana Jones serisinin ilk üç filmindeki aksiyon, macera ve gerilim boyutunda 1930’lu yılların macera klasiklerinin büyük etkisi oldu. Ancak serinin bitişinin üzerinden 19 yıl geçtikten sonra yepyeni bir eğlence çağı başladı. Seriler televizyona yön verirken sinema ekranlarından da uzak kalmadılar. 1950’lerin ortalarına gelindiğinde bilimkurgu filmlerinin ezici üstünlüğü vardı. Özellikle aksiyon ve macera özlemi çeken genç izleyiciler, bilimkurgu türü filmlere geniş ilgi gösteriyordu.

Genellikle kısıtlı bütçelerle çekilmelerine rağmen bilimkurgu filmleri, hızla değişen bilimsel ve teknoloji dünyasının getirdiği paranoya ve kuşku ortamı üzerinde odaklandılar. Soğuk Savaş döneminin korkularını taşıyor olmalarına rağmen o filmlerde insanoğlunun uzaydan veya denizin derinliklerinden gelecek saldırıların mutlaka üstesinden geleceğine dair iyimserlik göze çarpıyordu. “Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull”un her karesinde 1950’li yılların filmlerinin ruhu hissedilir.

Steven Spielberg bu konudaki yaklaşımını şu sözlerle ifade ediyor: “Indiana Jones karakterinin Atom Çağına doğru hareket etmesi önemliydi. Filmimizin konusu 1957 yılında geçer. O yıllar Soğuk Savaş’ın ve McCarthy yönetimi altında komünizm korkusunun hüküm sürdüğü; kızların amblemli süveterler giydiği, saçını atkuyruğu yaptığı, rengarenk ayakkabılarla dolaştığı; yarış otomobillerinin popüler olduğu yıllardı. Bence 50’li yıllar, rock and roll müziğinin başlangıcını da simgelemesi açısından önemliydi. Filmler Technicolor yöntemiyle çekilirdi. Kısacası 50’li yıllar, Norman Rockwell’in tablosunu yapmaktan zevk aldığı yepyeni ve pırıl pırıl yüzler anlamına geliyordu.”

Prodüksiyon Amiri Kathleen Kennedy’nin yorumu ise şöyle: “50’li yıllar ilginç bir dönemdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkan dünyamız, yepyeni bir geleceğe doğru hareket etmemin heyecanını taşırken masumiyetini de hala koruyordu.”

Bu değişiklikler, film yapımcılarının aynı zamanda farklı bir kötü adam keşfetmesi gerektiği anlamına geliyordu. Spielberg bu konuda şu açıklamayı getiriyor:

“Filmin öyküsü 1957 yılında geçince kendimizi bir anda nükleer yok oluş korkusunun hüküm sürdüğü Soğuk Savaş’ın göbeğinde bulduk. Buna eşlik eden bir de Kızıl Tehdit vardı. O yıllarda Amerika’da komünizm dendiğinde akla hemen Kızıl Tehdit sözü gelirdi. Gündelik yaşamda öylesine yer etmişti ki, kötü adam sözü geçtiği anda herkesin aklına direkt olarak Ruslar gelirdi.”

Filmin ortamı ve tonlamasının değişmesine rağmen diğer boyutların aynı kaldığını vurgulayan Spielberg sözlerine şöyle devam ediyor: “Indiana Jones geleneğinin tüm unsurları geri döndü. Harita yine var, uçak yine var. Ayrıca dünyanın neresinde olduğunuzu gösteren küçük kırmızı çizgili araçları da göreceksiniz. Bunların hepsi yıllar içerisinde oluşturduğumuz ortamın vazgeçilmez parçalarıydı.”

Beklendiği gibi sonuç, hem eski hayranları hem de yenileri tatmin eden bir film oldu. Yapımcı Frank Marshall’ın bu konudaki yorumu şöyle: “Bu filmde çıtanın yükseltileceği ve en büyük beklentilerin bile karşılanacağına dair herkeste müthiş bir heyecan dalgası var. İnsanlar bana, ‘Yeni film nasıl oldu?’ diye sorduğunda onlara tek cümleyle cevap veriyorum: Indiana Jones filmi gibi oldu!”

Hiç yorum yok: