YENİ BİR KORKU KAPIMIZDA: “AYNALAR” ARDINDAKİ DÜNYA

YENİ BİR KORKU KAPIMIZDA: “AYNALAR” ARDINDAKİ DÜNYA:

Destanlardan mitlere, masallardan dini vecizelere kadar yayılan geniş bir yelpazede, aynalara dair mitolojiler her daim karanlığı sembolize etmiştir.

Romalılar aynaların kişinin ruhunu yansıttığına ve refahını etkilediğine inanırlardı. Hayatın kendisini 7 yılda bir yenilediğine inanan Romalıların bu inancı yerini, daha sonra ayna kırmanın 7 yıl boyunca uğursuzluk getireceği inancına bırakmıştır.

Film ve edebiyat dünyasında da aynalar genelde kibir, doğruluğa açılan bir kapı, boyut-zaman atlama gibi farklı anlamları sembolize etmiştir. Yahudi inancına göre, sevdiğiniz birisini kaybettiğiniz yas gününde aynalar ters çevrilir; inanca göre aksi durumda ölen kişinin bedeni ve ruhu fiziksel dünyadaki güzellikler uğruna hapsolup kalacaktır.

Narsisizm ve kötü şans temelli bu mitler, aynalara dair en bilindik fenomen yanında yine de sönük kalıyorlar: Ölüm…

Romalılardan Uzak Doğu’ya yayılmış bilgiler neticesinde, aynaların ruhu hapseden şeytani oluşlar olduğu kanısında hemfikir oluna gelmiş –ve bu yüzden de ölümle özdeşleştirilmiş– ölünün öbür taraftaki hayata geçişini engellediğine inanılmış ve bu ebedi tutsaklık içerisinde ruhların lanetlenmiş olduğuna inanılmıştır. (Vampirlerin yansıması olmadığı inancı da buna dayanır çünkü vampir ölmemiş fakat ruhunu çoktan kaybetmiş bir yaratıktır.)

Böylece aynalar ve ölüm arasındaki özdeşleştirme jenerasyonlar boyunca süregelmiş ve insanoğlunun sadece Büyük Bilinmeyen ile değil, yansımasıyla olan ilişkisine de nüfuz etmiştir farklı farklı toplumlarda.

Filmin ünlü başrol oyuncusu Kiefer Sutherland’a göre “Aynalar oluş halleri itibariyle kendi içimize bakma çelişkisini yaratırlar”. Ve ekliyor… “İnsanın kendine bakması zordur. Ne kadar güzel, iyi görünüşlü olduğunuz da fark etmez. Fiziksel ve ruhsal açıdan da insanın kendisiyle aynada yüz yüze gelmesi zordur. Gördüğün şeyler çok korkutucu da olabilir.

Aynalara dair bu kolektif mitolojinin en karanlık noktaları “Aynalar” filminde 21.yy’a uyarlanmış haliyle başı belada olan bir polis, evlerine aynaları kullanarak girmeye çalışan, ne olduğu belirsiz bir yaratığa karşı ailesini korumaya çalışmaktadır.

2003 Güney Kore yapımı film “Into the Mirror”ın New Regency için yeniden yapımı esnasında prodüktör Alexandra Milchan “The Shining” geleneğini takip eden bir psikolojik gerilim çekme potansiyelini öne sürdü.

“Goodbye Lover” ve “Righteous Kill.” filmlerinin yapımcısı olan Milchan şöyle diyor: “Orijinal filmin korku öğelerinin yanı sıra, aynaların kültürel algılanışına dayalı olarak evrensel ve enteresan bir yanları var ve bu da dramatik öğeyi desteklemesi açısından çok iyi bir zemin oluşturuyor.

Prodüktörün yönetmen Alexandra Aja’yı (“Tepenin Gözleri” ve “High Tension”) seçmesindeki sebep, hikaye anlatımındaki hissiyatına ve cesaretine güvenmesi olmuş. “Korkuyu yeni bir yoldan keşfetmemi sağlayacak bir proje arıyordum” diyor Aja. Yönetmen, Fransız hit haline gelen “High Tension” ve 1977 yapımı bir filmin yeniden yapımı olup, bir ailenin mutant yamyamlardan kaçışını konu alan“Tepenin Gözleri” adlı korku filmleriyle türün yeni ve farklı sesi olarak görülmüştü.

“Into the Mirror”un temelinde, aynalarla ilintili olarak gerçekleşen bir seri tüyler ürpertici cinayeti araştıran dedektifin hikayesi yatıyor. Bu hikayede aradığını bulan Aja ekliyor: “Herkesin kendi yansımasıyla bir nevi ilişkisi vardır”. “Bu bilinçli olarak yapılan bir şey değildir ama vardır. Bazı insanlar aynada kendilerine bakmayı çok severler, bazıları da nefret eder. Aynalar bize bilinçaltımızda su yüzüne çıkmayı bekleyen travmalarımızı ve gerçeklikleri gösterirler.”

Daha önce insan doğasının sadistlik sınırlarını keşfe çıkan Aja böylece doğaüstü olaylara bakma fırsatını da ele geçiriyor. “Orijinal bir konseptti ve ben de seyircilerin kendileriyle ve korkularıyla hayal etmedikleri bir şekilde yüzleşmelerini sağlamak istedim.”

“Aynalar” filminde “High Tension” ve “Tepenin Gözleri”nin ortak senaristi Gregory Levasseur ile ailesini bir araya getirmeye çalışan bir adın hikayesini ölüm kalım savaşı haline getirecek bir noktaya bağlayarak tüyler ürpertici bir etki yarattılar.

Aja, Ben Carson karakteri için “Etrafındaki her şey bir bir yıkılıyor. İşini, ailesini ve ruhunu kaybetmenin eşiğinde bir adam” diyor.

Suçluluk duygusu ve öfke sonucu kendini alkole verip ailesinden uzaklaşan Carson için Sutherland “Hayatının en kötü noktasında” diyor. Milchan da “Geçmişini gözden gelip, kendiyle ve hatalarıyla yüzleşmekten kaçıyor; sadece bir polis olarak değil ama bir aile babası olarak da” diye ekliyor.

Sutherland’ın hikayeyi beğenmesinde de bir aile dramı üzerine kurulmuş olması etkili olmuş. Fox TV’nin en gözde dizilerinden “24”teki başarısıyla Emmy ve Altın Küre Ödülleri kazanan aktör “Alex bana çok güzel bir hikaye ile geldi” diyor. “Korku filmleri her daim ilgimi çekmiştir ama bu hikayede özel olan şey tekrar bir araya gelmenin yollarını arayan bir ailenin hikayesi üzerinden ilerlemesi oldu. İnsana tanınan ikinci şanslarla ilgiliydi. En kötüyü yaşadığı anlar elinden gelenin en iyisini yaptığı anlar oluyor. Ve bu beni gerçekten etkiledi.”

“Tepenin Gözleri”ni dahi izlemeden filmde oynamayı kabul eden aktör “Korku filmi izlerken çok zorlanırım” diyor. “Kızımı Kayıp Balık Nemo’yu izlemeye götürmüştüm; köpekbalığının bota girdiği sahnede elimdeki pop-cornu yere düşürdüm korkudan ve 10 yaşındaki kızım saatlerce bana güldü.” diyor.

Paramparça olmuş hayatına, büyük bir yangına kadar çok lüks bir alışveriş merkezi olan Mayflower’da gece bekçiliği yaparak devam eden Carson, yıkıntılar arasında düzgün kalan tek şey olan süs aynalarında garip şeyler görmeye başlar. Bu yanan insan ve kemiğe yapışmış deri parçaları görüntüleri o kadar güçlü ve etkileyicidir ki, Carson bu etkiyi sanki kendisi de yaşamışçasına hissetmeye başlar.

Bu noktada Aja ve Levasseur ayna fikrini bir üst noktaya taşır ve yansımamızın içine hapsolmuş güçlerin hayatımızı nasıl mahvedebileceğinin üzerine giderler. “Başka uzamda yaşayanların, dünyamızı yansımalarımız aracılığıyla izliyor ve orada hapsoluyor olmaları çok korkunç bir fikir.” diyor Sutherland.

Filmdeki korku faktörü olabilecek tüm yansıtıcı düzlemlerle (pencereler, su, TV ekranı, bıçak yüzü, resim çerçeveleri gibi) şeytanın ölümcül yollarına dönüştürülüyor. Sonunda Ben, yansımasını ele geçiren kendi içindeki canavarlarla savaş vermek durumunda kalıyor.

“Yansımalar nelere kadir olabildiğimizi temsil ederler” diyor Sutherland, aynaların ikilik sahibi doğasını göze alarak… “Bizi en uç özelliklerimizle yansıtır aynalar, iyi ve de kötü özelliklerimizle. Yapmayı hiçbir zaman istemeyeceğimiz şeyleri yaptırma gücüne sahiptirler.”

Aynalar kendi görüntümüz üzerinden bilinçaltında kalan korkularımızı keşfetmemizi sağlarlar. “Yansımanız içerisinde kim olduğunuz fikrine kendinizi hapsedebilir ve başkalarının size bakınca görmediği şeyleri yansımanızda görebilirsiniz-gerçekten var olmayan şeyler olsa da.” Diyor filmde Ben’le arasına mesafe girmiş olan karısı Amy’yi oynayan Paula Patton (“Hitch,” “Déjà Vu”). “…Bir anoreksik aynada zayıf birini görmektedir aslında ama gördüğünü sandığı şey şişman olduğudur.Beynimizin görmek istediği şeyi gösterme özelliğini kullanır ve bu anlamda asla kendimizin gerçek bir yansıması değildir aynada gördüğümüz.”

Yapımcı Milchan; Aja ve Levasseur’ın filmde yansıtıcı yüzeyler kullanmasını sosyal bir duruma bağlıyor; “Dubai, New York ve Las Vegas gibi şehirlerin mimarisine baktığımızda tek gördüğümüz cam, aynalar ve parlak yüzeylerdir. Filmdeki ayna ve yansıtıcı yüzeyler bizim kültürümüzü yansıtıyor ve yaptıkları vurgu para ile narsizm odaklı. ‘Buradayım işte, karşındayım, izle beni’ dercesine adeta.”

Sutherland de “Kaçtığın şey ta kendinse, bizim toplumumuzda bu imkansız” diyor. “Çok fazla yansıtıcı yüzey var etrafımızda. Şehirde iki blok yürüyüp de kendinizi bir cam, ayna, su gibi bir yerden yansımanızı görmeden geçmeyi bir kere deneyin; imkansız bir şey. Bu Ben’de de paranoya yaratıyor ve bu yüzden Ben rolünü oynamak mükemmeldi.”

Sutherland gerçek hayatta aynaları sevmediğini de söylüyor. “Bir tane banyomuzda bir tane de giyinme odamızda var, çorap giyip giymediğimden emin olabilmem için, fakat bunun dışında aynaya bakmaktan hiç hoşlanmıyorum. Çalışırken sürekli aynaya bakmakta çok garip gelmiştir bana hep. Bu yüzden filmin çekim süreci benim açımdan oldukça enteresandı.”

Carson Mayflower’da gizemli biçimde ölen güvenlik görevlisinin ölümünü ve mağazadaki aynalarla bağlantısını araştırırken, bu şeytani güç kendisini ve ailesini hedef alır ve New Jersey’deki mütevazi evleri oğlu Michael’ın görüntüsünün hapsedildiği sanal bir oyun alanına dönüşür. “Mağazada gördüğü şeylerin çoğunu kendi kafasında kurduğuna inanmaya çalışıyor” diyor Sutherland. “İnsanlar depresyona girdikleri ve bu derece kötü hissettikleri dönemlerde ilk düşündükleri şey akıl sağlığını kaybediyor olduğu yönünde olur. Ben de bunu bir noktaya kadar yapıyor fakat ailesinin de tehdit altında olduğunu fark ettiği anda, aklında her şey netleşiveriyor.

Yönetmen Aja’nın Mirrors’ın eğlenceli olduğu kadar kışkırtıcı da olmasını hedef almış. “Umuyorum ki filmin izleyiciler üzerinde büyük bir psikolojik etkisi de olacak. Filmi izledikten sonra ‘Aynaya acaba bir daha bakabilecek miyim yoksa bu çok ürkütücü mü olur’ diye düşünmelerini istiyorum. Seyirci film sonrası kendini aynada gördüğünde, yalnız olmadığına dair bir hisse kapılacak.”

Peki ya Sutherland izleyebilecek mi filmi dersiniz? Kendisine sorduk; “En azından yanıma patlamış mısır almayacak kadar zekice davranırım bu sefer, alacak olursam da zaten hepsi havaya uçacaktır eminim ki” diyor ve gülüyor...

Hiç yorum yok: